Makale Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 131
  • Öğe
    مُخَالَفَةُ القِياسِ النَّحويِّ في شِعْرِ اِمْرِئ القَيْس
    (Çukurova Üniversitesi, 2022) Alhamad, Bozan
    تناولَ هذا البحثُ قضيةً هامةً من قضايا علمِ النحو، هي ظاهرةُ مخالفةِ القياسِ النَّحويِّ لدى امرئ القيس، إذ إنَّ ظاهرةَ مخالفةِ القياسِ ظاهرةٌ شائكةٌ إلّا أنّها منتشرةٌ في ثنايا كُتُبِ النَّحو، فلا يكادُ يَخلو كتابٌ من كُتُبِ النَّحو إلّا وَضَمَّ مجموعةً من أوجهِ مخالفةِ القياسِ، وهذا ما سيحاولُ البحثُ إلقاءَ الضوءِ عليهِ وتفسيرهِ من خلالِ تحديدِ أهمِّ المخالفاتِ التي وقعتْ في شعرِ امرئ القيسِ، وبيانَ رأي النحاةِ فيها، بَينَ مُبرّرٍ لهِ وبينِ مُستنكرٍ عليهِ، وإنْ كان خروجُهُ هذا في أغلبهِ كان من بابِ الضرورةِ الشعريّةِ لا من بابِ تمرّدِهِ على قواعدِ اللغةِ، إذ اعتبرهُ النُّحاةُ خروجًا مقبولًا لَهُ أمثلةٌ مشابهةٌ لدى غيرهِ من شعراءِ عصرهِ أو ممّن لاحقوا بهِ من العصورِ التاليةِ لعصرهِ، لأنَّ المعنى المرادَ قد يتطّلبُ خروجًا عن المشهورِ والمُطّردِ في الاستعمالِ لتحقيقِ أغراضٍ فنيةٍ وجماليةٍ في نظمِ القصيدةِ، لذا ينبغي ألّا ننظرَ إلى اللفظِ بمعزلٍ عن التركيبِ كما فعلَ بعضُ النُّحاةِ ممّن عَابَ كَلَّ خروجٍ عن مقتضى الظاهرِ في القياسِ.
  • Öğe
    İ’rab farklılıkları ve kur’an'ın anlam çeşitliliğine etkisi: mü’minûn sûresi örneği
    (Mehmet Ayhan, 2021) Alhamad, Bozan
    Arap dilindeki i’rab olgusu, Kur’ân’ın anlamını belirlemede büyük bir role sahiptir. Dolayısıyla gramer kurallarından yararlanmadan ve bağlamı göz ününde bulundurmadan Kur’ân âyetlerini açıklamak mümkün değildir. Bu yüzden müfessirler, murâd-ı İlâhiyi doğru anlamak maksadıyla i’raba büyük önem göstermişlerdir. Bu çalışmamaızda Müfessirlerin ve dil uzmanlarının Mü’minûn sûresinde tespit ettikleri i’rab farklılıkları, bu farklılıklarla ilgili önemli görüşleri ve bu farkılıkların anlamın değişimi üzerindeki etkilerini inceleyeceğiz. Bu bağlamda Mü’minûn sûresinde farklı i’rab vecihlerinin söz konusu olduğu on bir âyet tespit ettik. Bu âyetler, başta Basra, Kûfe dil ekolü ve takipçileri olmak üzere dilciler arasında gramatik açıdan tartışma konusu olmuştur. Bu bağlamda fiiller arası tazmîn, cer harflerinin birbirlerinin yerine kullanılması, marife isme izâfe edilen ism-i tafdîlin izâfesinin lafzî izâfe mi manevî izâfe mi olduğu, ما( ) edatının isim mi harf mi olduğu, إذا( ) edatının şart mı zarf mı olduğu, حتى( ) edatının gâiye mi, cer harfi mi, atıf harfi mi, yoksa ibtidâ edatı mı olduğu vb. ihtilaf konuları, çalışmamızda detaylı bir şekilde incelenecektir. Çalışmamızın sonuç bölümünde ise ulaştığımız önemli sonuçlara yer verilecektir.
  • Öğe
    Kur’ân’da “selâm olsun!” ifadesiyle esenliğe mazhar olacağı belirtilen davranışlar
    (Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi, 2021) Karataş, Şuayip
    İslâm inancına göre bu dünyada yaşananlar bu dünyayla sınırlı kalmayacak, yaşantının karşılığı olarak ahirette görülecektir. Bu husus Kur’ân’da, insanların bu dünyadaki yaşantılarının keyfiyetine göre ahirette çeşitli mükâfat veya ceza ile karşılaşacakları şeklinde ifade edilmektedir. Buna göre, dünyada Allah Teâlâ’nın istediği şekilde yaşayıp cenneti kazanacaklara verilecek büyük mükâfatlardan birinin, ahirette selâm sözüyle karşılanma olduğu haber verilmektedir. Kur’ân’da insana Allah’ın hoşnutluğunu kazandıracak bazı davranışlardan da övgüyle veya farklı üslûpla bahsedilmektedir. Bunlardan biri de “selâm olsun!” denilerek, bazı davranışların sahiplerine esenlik niyazında bulunulmasıdır. İlgili âyetlerde, bu davranışların Allah katında daha sevimli olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu durum, Kur’ân’da esenlik dilemek maksadıyla, bazı peygamberlere veya yapılan bir davranış üzerinden o davranışı yapanlara gıyaben “selâm olsun!” şeklindeki temenniyi de kapsamaktadır. Çalışmada öncelikle, selâm kelimesi, sözlük ve terim anlamlarıyla tahlil edilmiş, ardından, selâm kelimesinin Kur’ân’da geçme keyfiyeti hakkında bilgiler verilmiştir. Daha sonra ise Kur’ân’da, “selâm olsun!” denilmek suretiyle esenlik dilenmeye layık görülen davranışlar tespit edilerek bazı örnekler üzerinden durum tespiti yapılmaya çalışılmıştır.
  • Öğe
    Câhiliyeden Kur’an’a kerem kavramı
    (Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi, 2021) Kaya, Ali
    Tarihi süreçte kelimelerin muhtevalarında değişimler olabilmektedir. Anlam genişlemesi, anlam daralması ve anlam kayması şeklinde gerçekleşen bu değişimler, Kur’an’ın bütün kelimelerinde olmasa bile bir kısmının yaşadığı bir durumdur. Ağırlıklı olarak Mekkî sûrelerde geçen kerem kavramı da bu anlam olaylarına sahne olan kelimelerden biridir. Bu kavram, Kur’an’da farklı varlık ve kelimelerle ilişkilendirilerek kullanılmış, buna bağlı olarak bağlamı ve muhtevası değişmiştir. İslâm öncesinde daha ziyade “asaletle ve saçıp savurma boyutundaki cömertliklerle övünme”yi ifade eden kerem, Kur’an’da öncelikle Allah’a izafe edilerek insanı değerli ve üstün kılan varlığın sadece Allah Teâlâ olduğu ifade edilmiş, insanın değerli olması ise Allah’a iman ve itaat, takvâ, salih amel vb. amellere bağlanmıştır. Ayrıca övünme amaçlı müsrif hareketler yasaklanarak cimrilik ile israf arasında orta bir yol tutulması ve harcamalarda Allah’ın rızasının gözetilmesi tavsiye edilmiştir. Bu çalışma, kerem kavramının anlam tarihine yoğunlaşmayı hedeflemektedir. Bu çerçevede öncelikle klasik sözlüklerden istifade edilerek keremin temel/kök anlamı, muallaka şiirlerinin yardımıyla da İslâm öncesi anlamı tespit edilmiştir. Devamında bu kavramın isim ve fiil formlarıyla Kur’an’da nasıl kullanıldığı, bağlamının ve izafe edildiği varlığın değişmesine bağlı olarak ifade ettiği anlamların neler olabileceği üzerinde durulmuştur.
  • Öğe
    Kemâlüddîn Mes‘ud Şirvânî’nin Şerhu’r-Risâleti’l-Vaz‘iyyesi ve İlk Dönem er-Risâletü’l-Vaz‘iyye Şerhleri Bağlamında Delaleti Külli Olan Lafızların Vaz‘ı
    (Yediveren Kitap, 2021) Kaplangöz, Zahit
    Lafız ve anlam arasındaki ilişkiyi farklı bir biçimde gündeme getiren Adudüddin el-Îcî’nin (ö. 756/1355) er-Risâletü’l-vaz‘iyye isimli eseri, beraberinde pek çok tartışmanın meydana gelmesine sebep olmuştur. Söz konusu tartışmaların etkisi günümüze kadar ulaşmaktadır. Hatta bu minvalde ortaya çıkan eserlerin bağımsız bir bilim dalının literatürünü meydana getirecek seviyeye geldiği söylenebilir. Îcî öncesi lafız ve anlam arasındaki ilişki daha çok kelam veya belagate dair konular altında işlenirken Îcî ile birlikte mezkur ilişkinin bizzat kendisi incelemeye tabi tutulmuştur. Buna göre Îcî risalesinde lafızların anlamlarına nasıl vaz‘ edildiğini açıklamaya çalışmakta bunu yaparken lafızları öncelikle külli ve müşahhas anlamlara delalet etmelerine göre ikili bir taksime gitmektedir. Delaleti külli olan kısma dahil olanları ise delalet ettiği anlam türleri olan zat, hades ve her ikisinin birleşmesiyle meydana gelen nispet şeklinde üçlü bir taksim yaptığı görülmektedir. Bu taksimle cins isim, masdar, fiil ve müştak lafızların yapıları hakkında bilgiler vermekte, birbirlerinden ayrıldıkları noktalara temas etmektedir. Delaleti müşahhas olan lafızları ise alem, harf,zamir, ismi işaret ve mevsul olmak üzere dört kısım altında incelemiştir. Özellikle harf, zamir, ismi işaret ve mevsulun vaz‘ına dair yaptığı yorumla geleneksel kabule itiraz etmektedir.Îcî’nin mezkur eseri başta öğrencisi Seyyid Şerif el-Cürcânî (ö. 816/1413) olmak üzere pek çok kimse tarafından şerh edilmiştir. Kronolojik bir sıra yapıldığı takdirde Ali Kuşçu (ö. 879/1474), Ebu’l-Kâsım es-Semerkandî (ö. 888/1483’den sonra), Molla Câmî(ö. 898/1492), ve İsâmüddîn el-İsferâyînî (ö. 945/1538) gibi Şerhu risâleti’l-vaz‘iyye adlı şerhiyle Kemâlüddîn Mes‘ud Şirvânî’nin (ö. 905/1500) de ilk dönem vaz‘ risalesi şarihlerinden birisi olduğu görülmektedir.Şarihler risaleyi pek çok açıdan ele almışlardır. Tartışmaların odak noktasını teşkil eden ve risalenin yazılış amacını oluşturan harf, zamir, ism-i işaret ve mevsullerin yani delaleti müşahhas olan lafızların vaz‘ının beyanının yanı sıra risalenin üslubundan kaynaklanan tartışmaların da yoğun olarak şerhlerde ele alındığı görülmektedir. Ayrıca risaledeki lafız taksiminin mahiyeti de şarihlerin üzerinde durduğu diğer önemli problemlerden birisidir. Aslında söz konusu problem şarihin risaleyi hangi şekilde ele alacağını ortaya çıkaran temel bir sorunu barındırır. Buna göre şayet risaledeki taksim, akli taksim olarak kabul edilecek olursa taksimin bütün lafızları kuşatması beklenecek yok eğer taksim, itibari taksim olarak kabul edilirse bazı lafız türlerinin taksim haricinde kalması göz ardı edilecektir. Dolayısıyla ilk görüşü savunanların zorlama yorumlarda bulunması kaçınılmaz olacaktır.Delaleti külli olan lafızların delalet ettikleri anlam türleri olan zat, hades ve nispetin mahiyeti, üzerinde durulan konulardandır. Bu bağlamda cins ismin zata delalet etmesi ile kastedilenin ne olduğu, aslında cins isme dahil olan masdarın ondan ayrılması ve ona mukabil bir grubu oluşturması ve Îcî’nin böyle bir yola neden başvurduğu cevabı aranan sorular olmuştur. Bunların yanında cins isim ve cins alem arasındaki fark, nispete delalet eden lafızların varlığı, fiil ve müştak lafızların tarifinden kaynaklanan problemler cevabı aranan diğer sorunlar olarak görülmektedir.Vaz‘ ilminin kurucu metni olarak da kabul edebileceğimiz er-Risâletü’l-vaz‘iyye’yi, tahlil eden ve onun sorularına cevap arayan ilk dönem şerhlerinin mezkur ilmin teşekkülünde önemli yeri olduğu tartışmasız bir hakikattir. Metni değerlendirirken kullanılan metod ve yaklaşımlar ise bu şarihlerin sonraki nesillere bıraktığı miraslardandır. Şirvânî’nin şerhi de zikredilen şerhler arasında yer aldığı için benzer bir öneme sahiptir ve içerisindeki değerlendirmelerin ortaya çıkarılması gerekmektedir. Bu amaçla makalede delaleti külli olan lafızların vaz‘ına dair ortaya çıkan problemlere ışık tutulmuş, Şirvânî’nin, Şerhu risâleti’l-vaz‘iyye’si ile birlikte ilk dönem şerhlerinde problemlere dair cevaplar aranmıştır. Ayrıca er-Risâletü’l-vaz‘iyye’nin diğer şerh ve haşiyelerine de yeri geldikçe temas edilmiş, böylece Şirvânî ve diğer şarihler arasındaki farklı ve benzer yaklaşımlar ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
  • Öğe
    Kâsımî’nin Mehâsinü’t-Te’vîl isimli tefsirinin mukaddimesinde kıraat olgusu
    (Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, 2021) Karataş, Şuayip
    Müfessirlerin hemen hepsinin çalışmalarına uzunca bir mukaddimeyle başla- dıkları görülmektedir. Tefsirlere ilmî anlamda önemli bir değer katan bu mukaddimeler, genel olarak tefsir usûlü ve Kur’an ilimleri bakımından zengin bir içeriğe sahiptirler. Bunla- rın bazılarında tefsir ilminin teorik alanı, tefsir usûlü başlığıyla yazılmış bazı çalışmalara göre daha ileri düzeyde olabilmektedir. Tefsir mukaddimeleri Kur’an ilimleri ve tefsir usûl konularından başka müfessirin tefsirinde takip edeceği metottan tefsirin yazılma sebe- bine kadar müfessir ve tefsiri hakkında birçok önemli bilgiyi de barındırabilmektedir. Osmanlı Devleti hakimiyetindeki coğrafyada doğup yaşayan, döneminin önemli ilim adamlarından Cemâleddin el-Kâsımî’nin (ö. 1914), 20. Yüzyılın başında kaleme alınan önemli tefsirlerden olan, daha çok “Tefsîru’l-Kâsımî” diye bilinen “Mehâsinü’t-Te’vîl” isimli tefsirinin mukaddimesi de muhteva ve üslûbuyla dikkat çekmektedir. On yedi cilt olan tefsirin birinci cildi tefsir usûlü konularına tahsis edilmiş olup temel usûl konuları- nın çoğu “kâide” başlığı altında verilmiş, ayrıca “fasıl” ve “matlab” alt başlıklarıyla da konular değerlendirilmiştir. Bu çalışma Kâsımî tefsirinin mukaddimesinde yer alan kıraat konularını değerlendirmek suretiyle müfessirin kıraat ilmi alanındaki bazı görüşlerinin ve alana sağladığı katkının tespitini amaçlamaktadır. Bu bağlamda çalışmanın giriş kısmında mukaddime kavramı hakkında genel bilgi verildikten sonra, Kâsımî’nin hayatı, ilmi kişiliği ve eserleri hakkında bilgi vermek suretiyle müellif tanıtılmıştır. Daha sonra ise mukaddimede ele alınan bazı kıraat konuları önemli belli başlıklar altında tasnif edilerek Kâsımî’nin ilgili konulardaki görüşleri tespit edilmeye çalışılmıştır.
  • Öğe
    Muhammed İsa Yüksek. Kur’an’ın anlaşılmasında bağlam bilgisi: referansları ve sınırları. İstanbul: İfav Yayınları, 2. basım, 2018, 167 s.
    (ALİ KARATAŞ, 2020) Karataş, Şuayip
    Kur’ân âyetlerini doğru anlama çabasında metin içi ilişkileri yansıtan iç bağlam ve metnin tarihî, sosyal ve kültürel şartlarını yansıtan dış bağlam, dikkate alınması gereken en önemli unsurlardandır. Modern dönem dilbilim çalışmaları ile oldukça ilgi çeken bir konu haline gelen bağlam, İslam dünyasının gündemine İbrahim Enis, Temmam Hassan ve Kemal Beşir gibi çağdaş Arap dilbilimcilerin çalışmalarının etkisiyle girmiş, özellikle bu sürecin akabinde Kur’ân’ın anlaşılmasında bağlamın önemi, araştırılmaların konusu olmaya başlamıştır.
  • Öğe
    Faiz ve ribâ üzerine çağdaş tartışmalar: fazlurrahman örneği
    (Yediveren Kitap, 2020) Durmaz, Osman
    Faiz (ribâ) İslam’da kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Genel kabule göre faiz ribâ ile eş görülerek faizin tüm biçimleri kesin şekilde yasak olarak kabul edilmektedir. Faiz konusu başlangıçtan itibaren çeşitli açılardan tartışılmıştır. Ancak bu tartışmalar yasağın kendisi hakkında olmamışken, günümüzde doğrudan yasağı ilgilendiren boyutlara taşınmıştır. Çağdaş dönemde, birtakım ekonomik gerekçelerle Kur’ân’da yasaklanan ribanın faiz ile eş anlamlı olmadığı ileri sürülmüştür. Bu çalışma, Fazlurrahman’ın görüşleri örnekliğinde, çağdaş tartışmaların faiz konusu nasıl ele aldığını incelemeyi amaçlamaktadır. İlk olarak İslam’da faiz yasağı konusu ana hatları ile ortaya konacak ardından yasak konusundaki çağdaş yaklaşımların ortaya çıkış şekilleri irdelenecektir. Son olarak Fazlurrahman’ın konu hakkında görüşlerine yer verildikten sonra bu görüşlerin genel bir değerlendirmesi yapılacaktır.
  • Öğe
    İttihat ve Terakki kıskacında bir şeyhulislâm: musa kazım efendi (siyasi hayatı ve etkili olduğu yasal düzenlemeler)
    (Yediveren Kitap, 2020) Atcı, İsa
    Son dönem Osmanlı alimlerinden olan Musa Kazım Efendi, Erzurum’un Tortum ilçesinde 1858 yılında doğmuştur. Başta Fıkıh ve Kelam olmak üzere İslamî ilimlere vakıf olmuş, Fatih Camii Dersiâmlığı görevine kadar yükselmiştir. Mahreç payesine sahip olan Musa Kazım Efendi, Medresetü’l-Kudât, Süleymaniye Medresesi ve Medresetü’l-Vâizin de muallim olarak görev yapmıştır. Musa Kazım Efendi, ülkenin içerisine düştüğü dar boğazdan çıkabilmesi için kafa yormuş, çözüm önerileri sunmuş hatta bunun da ötesine geçerek çözümün parçası olmaya çalışmış bir ilim ve devlet adamıdır. Devletin kurtuluşunu meşveret, musâvat, hürriyet ve adâletin yeniden tesis edilmesinde görmüş ve bunun için de Padişah’ın yetkilerini sınırlandıran bir sistemin kurulmasını elzem görmüştür. İktidara karşı yürüttüğü mücadelesini dönemin en güçlü muhalefeti olan İttihat ve Terakki saflarında sürdürmüştür. Musa Kazım Efendi, İttihat ve Terakki bünyesinde Merkez Yürütme Kurulu Üyesi olarak görev üstlendiği gibi, ulemâ ve halkın desteğini sağlamak için Cemiyet tarafından kurulmuş bulunan Şehzâdebaşı İlmî Heyeti’nin başkanlığını da yürütmüştür. Bu Heyet’in başlıca görevi vaaz, konferans ve neşriyatlarla Kânun-ı Esâsî ile meşrutiyet gibi uygulamaların İslam’a aykırı olmadığını izah ederek bu mücadelede İttihat ve Terakki’nin desteklenmesini sağlamak olmuştur. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Musa Kazım Efendi, Cemiyet tarafından daha üst düzey görevlere de getirilmiştir. Önce Meclis-i A‘yân Üyesi olarak atanması sağlanmış akabinde de meşihat makamı’na getirilmiştir. Kuşkusuz İttihat ve Terakki Fırkası, Osmanlı yönetimi üzerinde etkin olduğu bir dönemde değişik isimlerin Şeyhulislâm olarak atanmasına muktedir olmuştur. Ancak Musa Kazım Efendi’yi farklı kılan; II. Meşrutiyet döneminde en uzun süre bu görevde kalan Şeyhulislâm olması, Cemiyet’in merkez yönetiminde görev almış olması, hakkında çıkarılan masonluk iddiaları ve İttihat ve Terakki’nin, gerçekleştirmek istediği reformlar nedeniyle ısrarla defaaten meşihat makamına gelmesini sağlamış olmasıdır. Musa Kazım Efendi, II. Meşrutiyet’in ilanını müteakiben Cemiyet’in Osmanlı yönetimi üzerinde hakimiyet kurması ile başlayan süreçte meşrutî sistemin İslamî esaslar üzerine bina edilmesi için eserler telif etmiş, ancak Cemiyet’e karşı buna muvaffak olamamıştır. Zira ülkede onun arzuladığı şekilde Hz. Peygamber ve sahabe modeli bir “şûra-i ümmet” sistemi değil, Batı tarzı çok partili bir “parlamento” sistemi tesis edilmiştir. 1911 yılında hakkında çıkarılan masonluk iddiaları ile oldukça yıpranmış, Şeyhulislâmlık görevine de son verilmiştir. Musa Kazım Efendi, Şeyhulislâm olarak tekrar atandığı 1916 yılına kadar ilmî faaliyetlerle meşgul olmuştur. İttihat ve Terakki’nin uyguladığı politikaların İslam esaslarına, ahlâk ve nizâmına uymadığını farketmiş olsa da Cemiyet ile bağını tamamen koparması mümkün olamamıştır. Esasen Cemiyet’te onu kendi halinde rahat bırakmamıştır. Nitekim 1916 yılında sağlık sorunlarını beyan etmesine ve Padişah Mehmed Reşâd’ın masonluk iddiaları yüzünden onu atamak istememesine rağmen tekrar Şeyhulislâm olarak atanması sağlanmış ve Şerî mahkemelerin Şeyhulislâm’ın yetkisinden çıkarılarak Adalet Nezâreti’ne bağlanmasını sağlayan kanun, Medâris-i İlmiyye Nizamnâmesi ve Hukûk-ı Aile Karanâmesi onun döneminde çıkarılmış olan yasal düzenlemelerdir. İttihat ve Terakki’nin 1918 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinden sonra kendisini fesh etmesi üzerine başlayan yeni süreçte Musa Kazım Efendi de İttihat ve Terakki yöneticisi olarak “korku ve baskı ile Devletin yönetim şeklini değiştirmek” iddiası ile Divân-ı Harp’te yargılanmıştır. Nitekim almış olduğu 15 yıllık kürek cezası, Padişah’ın şefaati ile 3 yıl sürgüne çevrilerek Edirne’ye gönderilmiştir. Memuriyet yıllarında birinci rütbeden Mecidî Nişanı, yine birinci rütbeden Osmanî Nişanı ve Altın Liyâkat Madalyası gibi ödüllerle taltif edilmiş olan Musa Kazım Efendi, maaşı kesildiği için ömrünün son yıllarında geçimini çeşitli yardımlarla sağlamaya çalışmıştır. 10 Haziran 1920 tarihinde sürgünde bulunduğu Edirne’de 62 yaşında vefat etmiştir.
  • Öğe
    İç bütünlük açısından Mâûn Sûresi
    (Trabzon İlahiyat Dergisi, 2020) Kaya, Ali
    Âyetlerin meydana getirdiği ve Kur’an bölümleri olan sûreler, uzunluk ve kısalıklarına göre bazen bir bazen de birden çok konuyu işlerler. Üslup, vezin, konu, büyüklük gibi birçok açıdan Mekkî ve Medenî sûreleri birbirlerinden ayırmak mümkündür. Mekkî sûrelerde tevhid, âhiret ve nübüvvet gibi temelde üç ana tema ele alınır. Medenî sûrelerde ise bunlara ilaveten genel itibariyle sosyal ve bireysel hayata ilişkin hükümlere, ibadetlere ve Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili açıklamalara yer verilir. Âlimlerin çoğunluğu tarafından Mekkî bir sûre olduğu ifade edilen Mâûn sûresi, konu, üslup ve nüzûl dönemi itibariyle erken dönemde nâzil olan kısa bir sûre olmasına karşın, tefsirlerde parçacı bir yaklaşımla ve iki bölüm halinde tefsir edilmiştir. Özellikle 4-7. âyetler münafıklarla ilişkilendirilerek açıklanmış, buna bağlı olarak salât, riyâ, veyl ve mâûn sözcükleri Kur’an ve sûre bütünlüğünde taşıdıkları anlamlar dikkate alınmadan izah edilmişlerdir. Bu çalışmada, Mâûn sûresinin Mekkî ve “bütün bir sûre” olduğu düşüncesi, değişik açılardan ve farklı başlıklar altında incelenmiştir.
  • Öğe
    Fâil-i Muhtâr Tanrı Anlayışını Ortaya Koymada Bir Argüman Olarak Cevher-Ârâz Teorisi: Cüveynî Örneği
    (Yediveren Kitap, 2019) Kahraman, Hüseyin
    Atomculuk nazariyesi âlemdeki birlik-çokluk problemine çözüm bulma sürecinde ortaya atılmış; ancak teori özellikle Antik Yunan’da âlemde bir müdahaleciyi gerektirmeyecek şekilde ortaya konmuş ve ilkeleri de buna göre vazedilmişti. Kelâmcılar bu teoriyi dini düşüncenin bir gereği olarak âlemdeki her bir cüz ile aralıksız ilişki içerisinde olan tanrı anlayışını ortaya koymada bir argüman olarak yeniden formüle ettiler. Âlemin ancak fâil-i muhtar bir tanrı anlayışı ile izah edilebileceğini iddia eden kelâmcılar, bunu cevher-araz teorisiyle mükemmel bir şekilde savundular. Eş'arî kelâmının sistemleşmesinde hatırı sayılır bir katkıya sahip Cüveynî de ne antik düşünürlere ne de Mu'tezileye ait atom düşüncesinin gerçek anlamda fâil tanrı anlayışını ortaya koyamayacağını iddia etmekte ve cevher-araz görüşünü bu ilke üzerinden ortaya koymaktadır.
  • Öğe
    Muhammed Emin Eş-Şınkîtî'nin "Men'u Cevâzi'l-Mecâz Fi'l-Munezzeli Li't-Te'abbudi Ve'l-i'câz" adlı risalesinde Kur'ân'da bulunmadığını iddia ettiği Bedî' sanatları
    (Mehmet Dursun Erdem, 2016) Uçar, Hasan
    Son dönem âlimlerinden Muhammedu'l-Emîn eş-Şınkîtî (ö. 1974), "Men'u Cevâzi'l-Mecâz fi'l-Munezzeli li't-Te'abbudi ve'l-İ'câz" adıyla kaleme aldığı risalede kendinden önce de Kur'ân'daki varlığı tartışılan mecaz sanatı üzerinden bazı bedî' sanatlarını İbn Teymiyye (ö. 728/1328) ve öğrencisi İbn Kayyım el-Cevziyye'nin (ö. 751/1350) görüşlerine dayanarak inkâr etmektedir. Mecazın Kur'ân'daki varlığını ispat sadedinde Arapça ve Türkçe eser ve makaleler kaleme alınmıştır. Dolayısıyla bu makalede mecazın inkârına bir reddiye amaçlanmamış, eş-Şınkîtî'nin mecazı reddine dair felsefesi üzerinden inkâr ettiği bedî ilminin alanına giren mübalağa, tecâhulu'l-ârif, el-kavlu bi'l-mûcib ve rucû gibi sanatların Kur'ân'daki varlığının tespiti yapılmış ve bu sanatların inkârı üzerinde tartışılarak ispat edilmeye çalışılmıştır. Tarihin her dönemine ve farklı toplumlardan her insana hitap eden Kur'ân'ın kullandığı dil ve üslûbu, özgün ve dinamik sentaksı, muhatabını saatlerce kendine bağlayan fonetik yapısı, Arap dili ve belâgatına her konuda kaynaklık edebilecek zirve bir eser olması, onun tabiatında var olan eşsiz icazıyla açıklanabilir. eş-Şınkîtî'nin Kur'ân'da mecazın olmadığı tezi üzerinden inkâr ettiği tüm sanatlar için öne sürdüğü deliller ise temeli sağlam olmayan akıl yürütme formlarına dayanmaktadır. Muhatabını ikna etmekten uzak, fikrini ispat konusunda zayıf ve bazı noktalarda da tutarsızdır.
  • Öğe
    Kur'an harflerinin mahrec ve sıfatlarında mübalağa: ifrat ve tefrit
    (Mehmet Dursun Erdem, 2015) Şen, Mustafa Yasin
    Kur'an, ibadet dili olması hasebiyle manası kadar telaffuzu da Müslümanlar tarafından ilgi görmüştür. Yeni Müslüman olan milletler Kur'an dili Arapçanın telaffuzunun en doğrusunu yapma gayreti içerisinde olmuşlardır. Ancak bu çaba, milletlerin, bölgelerin ve kişilerin etkileşiminden dolayı her zaman isabetli olmamıştır. .Kur'an'ın fonetiğini ele alan "Tecvid" ve "Kıraat" ilminin ilk ve temel konusu olan harflerin mahrec ve sıfatları geçmişte farklı yorumlara ve uygulamalara medar olmuştur. Söz konusu yorum ve uygulama farkı günümüzde de kârîleri etkilemekte, gerek Araplar ve gerekse Arapça konuşmayan diğer milletler arasında harflerin fonetiğinde bir takım farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Buna etki eden pek çok neden arasında kaynakların yeterince kullanılamaması, modern Arapçanın, dilimizde kullanılan Arapça kökenli kelimelerin fonetiğinin ve zaman içerisinde çeşitli nedenlerle fem-i muhsinlerin edasında oluşan farklılığın etkisini sayabiliriz. Fem-i muhsinlerin tarih içerisinde ve günümüzde Arap âlemiyle Türkler arasında hatta Türklerin kendi içerisinde değişiklik arz etmesi Kur'an eğitiminde yalnızca şifahi metoda itimadın pek isabetli olmadığı olgusunu vurgulamaktadır. Özellikle son yüzyıllarda Türk karilerin ekseriyetinin söz konusu bu şifahi gelenekle yetinip temel kaynaklara pek rağbet etmemeleri bu farklılığın daha da artmasına sebep olmuştur. Bu yüzdendir ki günümüzde şifahi bilginin kitabi bilgiye uyumlu hale getirilmesi eskiye nispetle daha bir önem arz etmektedir. Bu çalışmada tecvid disiplininin başlangıç kısmını oluşturan, harflerin mahrec ve sıfatları konusunda ifrat ve tefrite düşülen bazı hususlar ele alınmaktadır. Bu ifrat ve tefrit neticesinde Araplarla Arapça konuşmayan Müslümanlar arasında yorum farkı oluşmaktadır. Çalışmanın hedefi söz konusu yorum farkı olgusunu ve sebeplerini ortaya koymak ve Kur'an dili Arapçanın İslam medeniyetinin dili olması hasebiyle Araplarla ülkemizdeki Müslümanların Kur'an eğitiminin fonetik konusunda birleşmelerine/yakınlaşmalarına katkı sağlayacak önerilerde bulunmaktır.
  • Öğe
    İmam Şâfiî’nin şâirliği ve şiirlerinin Belâgat açısından tahlîli
    (Erzurum Kültür Eğitim Vakfı, 2015) Uçar, Hasan
    İmam Şâfiî iyi bir fıkıh âlimi olmakla birlikte aynı zamanda iyi bir de şairdir. Şiirlerinde çok sağlam ve net ifadelerle meramını muhatabına aktarmış, verdiği mesajlarla her kesime hitap edebilmiştir. Onun şiirlerinde belâgatın eşsiz örneklerine rastlamak mümkündür. Kullandığı sanatlarda herhangi bir zorlama görülmez. Beyân, meânî ve bedî‘ uygulamaları onun güçlü belâgat yeteneğini göstermektedir. Kelimelerinin dizimi ve anlam derinliği ile okuyucusunu içine çeken bir yapıya sahip olan şiirleri ve yansıttığı “sanat toplum içindir” anlayışı onun hem sözel hem anlamsal bütünlüğe verdiği önemin göstergesidir
  • Öğe
    Hadislerin Tefsir Kaynaklarında Kullanımı (el-Alak Sûresi Örneği)
    (Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, 2023) Aydın, Garip
    Yüce Allah, ilâhî kitaplarını tek başına değil, onları açıklayan ve uygulayan peygamberlerle birlikte göndermiştir. Zira kitapları açıklayan ve onları hayatla birleştiren peygamberler olmasa vahiy metinlerinin çok farklı anlamlarda kullanılması kaçınılmaz olacaktır. Nitekim tarihi süreçte bunların çeşitli örnekleri ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda son ilâhî kitap olan Kur’ân’ın anlaşılmasında Hz. Peygamber’in söz ve fiillerini içeren hadislerin tefsir kaynaklarına nasıl katkı sağladığı, hadisler olmadığı zaman âyetlerin anlaşılmasında ve yorumlanmasında ne gibi sorunların yahut nasıl bir İslam anlayışının ortaya çıktığı nüzûl sırasına göre ilk sûre özelinde araştırılacaktır. Buna göre, rivayet tefsirlerinden Taberî’nin (öl. 310/923) Câmiu’l-Beyân ‘an te’vîli âyi’l-Kur’ân’ı, akıl ve nakli birlikte esas alan İmam Mâturîdî’nin (öl. 333/944) Tevîlâtü’l-Kur’ân’ı, akla öncelik veren Mutezile’ye müntesip ez-Zemahşerî’nin (öl. 538/1144) el-Keşşâf ʿan hakāʾikı gavâmizi’t-tenzîl ve ʿuyûni’l-ekāvîl fî vücûhi’t-teʾvîl ’i, Muhammed Abduh’un (1849-1905) Tefsîru cüz’i Amme’si, Şinkîtî’nin (1907-1974) Edvâʾü’l-beyân fî îzâhi’l-Kurʾân bi’l-Kur’ân’ı, Bayraklı’nın Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri esas alınarak bunların kullandıkları hadisler incelenecektir. Yine ilk dönem müelliflerinden Abdurrezzâk b. Hemmâm’ın (öl. 211/826) hem hadis hem tefsir kitabı incelenecektir. Ayrıca hadis kitaplarındaki tefsir bölümlerinde mezkûr sûrede zikredilen hadisler incelenecek ve tefsir kitaplarıyla karşılaştırması yapılacaktır.
  • Öğe
    Siyâset, Melâmet ve Şehâdet Döngüsünde Bir Şeyh: İsmâil Mâşûkî
    (Kalem Eğitim Kültür Akademi Derneği, 2023) Karacan, Melek
    Bayrâmî-Melâmî kutbu kabul edilen ve Pîr Ali Aksarâyî’nin oğlu olan İsmâil Mâşûkî XVI. yüzyıl Osmanlı coğrafyasının yetiştirdiği önemli sûfîlerden biridir. 1508 senesinde Aksaray’da doğan şeyh, ömrünü aşk-ı ilâhîye adamasından ötürü “Mâşûkî”, babasının şeyh olması hasebiyle “Çelebi”, irşâd faaliyetine çok genç yaşta başladığı için de “Oğlan Şeyh” olarak anılmaktadır. İrşad için gittiği İstanbul’da büyük camilerde irad ettiği tesirli ve ateşli vaazlarla halkı kendine meftun bırakan Mâşûkî, kısa bir zaman içinde daha çok çiftçi ve köylülere hitap eden bir taşra tarîkatını entelektüel bir şehir tarîkatı seviyesine yükseltecek kadar taraftar toplamıştır. Ancak cezbe, muhabbet ve vahdet-i vücûd ağırlıklı söylemleri, ilmî ve siyâsî otoritelerin dikkatini ve gazabını celb edince, Şeyhülislâm Çivizâde’nin fetvasıyla mülhid ve zındık ilan edilip, katline hükmedilmiş ve h. 945/ 1539 yılında da on iki mürîdiyle birlikte At Meydanı’nda idam edilmiştir. Mâşûkî’nin idamına gerekçe oluşturan suçlamaların ne olduğuna dair elimizde yalnızca yapılan muhâkemenin 20 Zilhicce 945 tarihli zabıt metni bulunmaktadır. Bu metinde Mâşûkî’nin de hâzır bulunduğu celsede şahitlerin beyanına göre kaydedilmiş ithamlar yer almaktadır. Ancak mecliste bulunmasına rağmen şeyhin bu ithâmlara kabul cihetinden mi yoksa itiraz cihetinden mi yaklaştığına dair ise hiçbir kayda rastlanmamaktadır. Dolayısıyla Mâşûkî aleyhinde süregelen ilhâd ve zendeka iddialarının sıhhatine en azından bu belge özelinde ulaşmak imkânsız görünmektedir. Bu sebeple araştırma sorularımızdan ikisine karşılık gelen Mâşûkî’nin “nasıl anlaşıldığı” ve “âkıbetinin ne olduğu” meselesinin iç yüzünü kavrayabilmek için dönemin dînî, siyâsî ve sosyal arkaplanına inmek, Osmanlı resmî ideolojisine bakmak bu noktada önem kazanmaktadır. Araştırmanın son sorusu olan Mâşûkî’nin gerçekte ne dediğini ise Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir mecmûada bulunan Mâşûkî’ye ait mesnevî ve gazellerde bulmaktayız. Onun nasıl anlaşıldığından ziyade gerçekte ne dediğini ortaya çıkarmak bakımından önemli bir kaynak olan bu manzumlar dikkate alındığında Mâşûkî’nin söyleminden, tasavvufî düşüncenin temel unsurlarından olan vahdet-i vücûd düşüncesinin tekrarından başka bir mânânın çıkmadığı fark edilmektedir. Bu çalışma Mâşûkî’nin ne dediği, nasıl anlaşıldığı ve akıbetinin ne olduğuna dair üç soruyu ters kurguyla cevaplandırmaya matuftur.
  • Öğe
    Arap Dilinde İttisa‘: Cümlede Çok Anlamlılık
    (Amasya Üniversitesi, 2024) Kaplangöz, Zahit
    Çok anlamlılık genelde bir lafzın birden fazla anlama gelmesi durumu olarak kabul edilmektedir. Ancak bu durum bir cümlenin aynı anda birden fazla anlama gelmesi şeklinde de düşünülebilir. Nitekim Arapçada ittisa‘ kavramı ile açıklanan cümledeki çok anlamlılık olgusunu lügat, sarf, nahiv ve belagat alanlarındaki pek çok olguyla açıklamak mümkündür. İttisa‘ kavramını Sîbeveyhi’nin (öl. 180/796) el-Kitâb ve İbn Cinnî’nin (öl. 392/1002) Hasâis gibi ilk dönem Arap diline dair yazılan kitaplarında görmek mümkündür. Ancak buralarda zikredilen ittisa‘ kavramı, bu çalışmada ele alınan anlamından farklı anlamları ifade etmek için kullanılmıştır. Nitekim lügat alnında bu kavram, bir anlamı ifade ederken nadir lafızların kullanılmasını belirtmektedir. Ayrıca kelimenin zıt anlamının yerinde kullanılmasını da ifade eder. Nahiv alanında asıl kullanımın dışına çıkmış yapıları, sarf alanında ibdâl kavramının bir parçasını, belagat alanında ise mecaz ve teşbih anlamlarını ifade etmektedir. Özellikle yukarıda sayılan sarf, nahiv ve belagate dair kavramlar lafızlardaki çeşitli durumlara işaret ederken aslında cümleye farklı anlamlar kattıkları görülmektedir. Dolayısıyla son dönemlerde ittisa‘ kavramı cümlede aynı anda birden fazla anlamlılığın nasıl meydana geldiğinin incelenmesinde kullanılmaktadır. Bir cümle, aynı anda birden fazla anlama şu durumlardan birisinin olmasıyla delalet eder: Cümledeki müşterek lafzın birden fazla anlamının aynı anda bu cümlede kastedilmesi, cümlede birden fazla anlama gelmesi mümkün olan lafzî kalıpların bulunması ve bu anlamların aynı anda anlaşılması, ism-i masdar tarzı yapıların cümlede bulunması ve bu masdar ile fiilin beraber olmasından kaynaklanan birden fazla anlam, bazı durumlarda irab aynı olmasına rağmen konumu gereği lafızların farklı yorumlanması, izafetten ötürü müzekker yapıların müeenes, müennes yapıların müzekker olarak kabul edilmesi, cümledeki zamirin birden fazla mercisinin bulunması ve her birisinin anlaşılmasının uygun olması, hazfedilen lafzın birden fazla sebebi olması ve hepsinin mümkün olmasıyla birden fazla anlamı kapsaması, cümlenin normalde belirli bir sırayla söylenen kelimelerinin bazılarını takdim/öne ve tehir/arkaya almak sûretiyle yerlerinin değiştirilmesi ve bunun sonucunda cümlenin birden fazla anlama delalet etmesi, cümlede tazminin yani bir kelimeyi başka bir kelimenin anlamını da kapsayacak şekilde kullanmasının ve bir kelimeyle iki kelimenin anlamına ulaşılması durumunun olması, cümlenin aynı anda hem haberi hem de inşâî anlama muhtemel olması, bir cümlede has bir anlama sahip olan lafzın amm bir lafızla ifade edilmesi. Burada ittisa‘ya مَا أَغْفَلَكَ عَنَّا cümlesi örnek olarak gösterilebilir. Bu cümlede geçen ما harfi hem istifham hem de taaccüb anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla bu cümleden ما harfinin her iki anlamı da anlaşılabilir. Yani bu cümle aynı anda “bize karşı ilgisizliğin sebebi ne” şeklinde anlaşılacağı gibi “bize karşı ne kadar da ilgisizsin” şeklinde de anlaşılabilir. Bu şekilde iki farklı anlamın aynı anda anlaşılması ittisa‘ya örnektir. Her ne kadar lafzın birden fazla anlama gelmesi konusu üzerinde pek çok araştırma mevcut olsa da bu konu hakkında literatürde fazla bir çalışma yapılmadığı görülmektedir. Bununla birlikte cümlelerin aynı anda birden fazla anlama gelmesi durumu, en az ilk konu kadar önemli bir husustur. Bu durum belâgî pek çok unsuru barındırmakla birlikte özellikle Kur’ân’ın üslubunda oldukça sık karşılaşılmaktadır. Çalışmada çok fazla ayet kullanılması da bu duruma işaret etmektedir. Bu doğrultuda çalışmamızda cümledeki çok anlamlılığının hangi yollarla ortaya çıktığı gösterilmeye çalışılacaktır. Bunun için öncelikle ittisa‘ kavramının teşekkül süreci tarihi alt yapısına göre ortaya koyulmaya çalışılacak sonrasında bu kavram, lügat, sarf, nahiv ve belagat bilimlerinde bulunan bazı konularla irtibatlandırılacaktır.
  • Öğe
    Süleyman Feyyaz’ın “Esvât” Adlı Romanından Perde Arkası Sesler
    (Yediveren Kitap, 2024) Uçar, Hasan; Akay, Seyit Ahmet
    Bu çalışma, Süleyman Feyyaz’ın (1929-2015), Mısırlı bir göçmen olan Hâmid’in Fransa’da evlendiği ve yıllar sonra memleketine ziyaret için getirdiği eşi Simon’un köylü kadınlar tarafından sünnet edilmesini ele alan “Esvât (Sesler)” adlı romanda örtülü olarak anlatılanları ele almaktadır. Başlıkta yer alan ve bir olayın görünürde olmayan gizli tarafları anlamında mecazi olarak kullanılan perde arkası okuma ile Feyyaz’ın satır aralarına gizlediği tahliller kastedilmektedir. Romanın olay örgüsünden ve trajik sonucundan daha çok karakterler üzerinden değinilen kültür çatışmasını merkeze alan bu makale, yazarın âdet ve geleneklere yönelik örtülü eleştirisine, 1967 Arap-İsrail savaşı sonrasında yazılması sebebiyle mevcut yönetime dolaylı karşı duruşuna ve sansür endişesinden kaynaklanan alegorik anlatısına odaklanmaktadır. Süleyman Feyyaz (1929-2015), Arap dilbilimcisi olarak yetişip, İslam medeniyetindeki bazı ünlü şahsiyetleri anlattığı biyografi eserleri Türkçeye çevrilen Mısırlı hikâye ve roman yazarıdır. 1956’da lisansını, 1959 yılında ise yüksek lisans eğitimini Ezher Üniversitesi Arap Dili Fakültesi’nde tamamlamış ve kariyerine öğretmenlikle başlamıştır. Farklı Arap ülkelerinde öğretmenlik yapmanın yanı sıra çeşitli yayınevlerinde yöneticilik ve sekreterlik görevlerinde bulunmuştur. Feyyaz, “Esvât (Sesler)” adlı ilk ve en ünlü romanıyla tanınmış hem Arap dünyasında hem de Batı’da büyük bir ilgi görmüştür. Roman, 1940’lı yıllarda Mısır’ın bir köyünde yaşanmış gerçek bir olaydan kurgulanarak kaleme alınmıştır. Daha öncesinde selefleri tarafından işlenen Doğu-Batı kültür çatışması romanda ana temadır. Fakat önceki romanlardan farklı olarak bu kez mekân Avrupa değil, Mısır’dır ve acıklı sonu yaşayan bir Arap genci değil, Fransız bir kadındır. Simon, Mısır’dan Fransa’ya çalışmaya gitmiş ve orada evlenmiş olan Hâmid’in eşidir. Ancak yıllar sonra eşiyle birlikte memleketine dönen Hâmid’in bıraktığı Mısır ile onca yıl sonra gördüğü Mısır arasında pek fark yoktur. Dolayısıyla Hâmid, eşinin cadde ve sokakların kirliliğini, toplumun geri kalmışlığını, köy hayatının düzensizliğini, eğitimsiz insanların çıkarcı ve dünyevi yaklaşımını görmesini istemez. Ne var ki durum, savaş artığı bir toplumun yenilmişliğiyle, delik deşik hayatıyla, yıkık dökük evleriyle günü kurtarma gayretinde olan geri kalmış zihniyetiyle sınırlı kalmaz ve kadının sünnet olması gerektiğine inanan gelenekçi insanların zor kullanarak ameliyat ettikleri Simon özelinde Batı’nın mağduriyetine ve masumiyetine kadar gider. Diğer taraftan insanların özendiği Simon’un da kendini mağdur eden Doğu’nun kültürü gibi insanları irrite eden, içinde bulunduğu toplumun resmi olmayan yasalarını hiçe sayan dahası ironik bir ifadeyle bir Doğulunun bile ayıpladığı bir kültürü vardır. Ne kadar eleştiriyi hak ediyor olsa da Simon, görece güzel bir kadındır, alımlıdır, bakımlıdır, yardımseverdir, herkesin gözünü alamadığı bir karakterdir. Ama ne yazık ki tatili ölümüyle sonuçlanmıştır. Simon, onca iyiliğine rağmen kan kaybından can vermiştir. Simon, Batı’dır ve toplumda fitneye sebep olan, erkeklerin ve kadınların düşünce dünyalarını perişan eden de odur. Peki, her şeye rağmen Batı bunu hak etmiş midir? Ölen Batı mıdır? Yoksa ona bunu reva gören Doğu mudur? Yazar işte bu kültür farkını ve çatışmasını dönemin konjonktürünü de dikkate alarak perde arkasından okura sunmayı başarmıştır. Romanda Mısır toplumundaki geri kalmışlık, ahlaki değerlerdeki erozyon ve Doğu-Batı kültür çatışması sebebiyle ortaya çıkan sorunlar, roman karakterlerinin monologlarıyla serdedilir. Yazarın planlamadığını söylediği ilginç nokta ise “Sesler” romanında Simon’un sesine yer verilmemesidir. Bunu ancak Doğulunun konuştuğu ve tanımladığı kadar var olan Batı’nın, farkında olmadan da olsa kısılan sesi şeklinde okumak mümkündür.
  • Öğe
    دراسة وتحقيق رسالة "ترجيح البينات" لمولانا وانقولي
    (Gençleri Evlendirme ve Mehir Vakfı, 2024) Furkani, Mehterhan
    تعارض الأدلة يُعبّر عن تناقض وسائل الإثبات في علم أصول الفقه، ويحتل هذا الموضوع مساحة واسعة في مؤلفات أصول الفقه، وتمت دراسته تحت عناوين مختلفة. على الرغم من عدم وجود تعارض حقيقي في القرآن والسنة النبوية، فقد درسها العلماء وحاولوا حل الآيات والأحاديث التي تبدو متناقضة. وقد فصل العلماء ذلك في علم أصول الفقه الذي يهدف إلى فهم آيات القرآن والسنة بشكل صحيح والبحث عن أحكام جديدة في القضايا التي ليس لها اختصاص في المصدرين المذكورين، وقد يتم تقييم الأدلة بطرق عديدة. وفي المجال الذي يمكننا تعريفه بأصول المحاكمات الإسلامي أو أدب القاضي، كتبت رسائل بأسماء مختلفة، معظمها باسم ترجيح البينات، في أحجام كبيرة وصغيرة، في هذه المؤلفات، تم توضيح الطرق التي يجب أن يتبعها القضاة في حالة تعارض الأدلة المطلوبة لإثبات الدعوى. من هذه المؤلفات، كتاب "ترجيح البينات" الذي ألفه محمد بن مصطفى الواني، المعروف بلقب وانقولي (ت. 1000 هـ / 1592 م)، وهو من العلماء البارزين في عهد السلطان مراد الثالث، والمشهورين في مجالات الفقه واللغة والأدب. وقد أوضح وانقولي سبب تأليف هذه الرسالة بنفسه. وذكر وانقولي في مقدمة الرساله أنه واجه صعوبات في ترجيح الأدلة المتضاربة خلال فترة عمله كقاضي، وأنه لم تكن هناك دراسة مرتبة حول الموضوع، ولهذا السبب كتب هذه الرسالة. جمع المؤلف فيها المصادر المعتبرة والقواعد حول ترجيح البينات وساهم في التفسيرات بنفسه. وسعى لجعل القواعد أكثر قابلية للفهم. وكتابة المؤلف لهذه الرسالة بعد أن شغل منصب قاضٍ لفترة طويلة، أعطى لها أهمية خاصة، وذلك لأنه، بهذه الطريقة، وبصفته عالماً ذا معرفة نظرية عميقة في هذا المجال، إلى جانب الخبرة التي اكتسبها في هذا المجال أثناء عمله قاضياً في سالونيك، وكوتاهية، وينيشهر، والمدينة المنورة تمكن من تحديد المشاكل التي واجهها، وسعى لتطوير حلول لها. يذكر المؤلف أن هناك ست طرق لترجيح البينات، ويشرح كل واحد منها تحت عنوان مستقل مع العديد من الأمثلة. لهذا السبب، تتكون الرسالة من ستة عناوين رئيسية. وفي الأخير بيّن بأن وجوه الستة بحسب الجليّ من النظر وأما بحسب النّظر الدّقيق فهو ثلاثة. تكتسب الدراسة أهمية كبيرة من خلال عملها على إزالة التناقضات بين الأدلة التي يقدمها الأطراف في القضايا، وتحديد الأدلة التي يجب تفضيلها، وكذلك في القضاء على الغموض الناتج عن تعارض الأدلة من هذا المنطلق. إن إزالة العديد من التناقضات في الأدلة باستخدام ستة قواعد أو باختصار، ثلاث قواعد، يجعل الدراسة أكثر أصالة وأهمية. وذلك لأن القواعد كلما كانت أكثر إيجازاً وبساطة، كان من الأسهل حفظها والاحتفاظ بها في الذاكرة. وعلى العكس، كلما كانت القواعد أكثر تفصيلاً، كان من الصعب تذكرها وحفظها. إن استمرار تعارض الأدلة كمسألة تثير الإشكالات، سواء في الماضي أو في الوقت الحاضر، يضيف أهمية خاصة لهذا الموضوع. وبالمثل، فإن منهج الرسالة وتصنيفها وعناوينها يتشابه مع المنهجية الحديثة المعتمدة في العصر الحالي. تتضمن هذه الدراسة حياة المؤلف، ووضائفه، وتصنيفاته ونسخ ومحتواى رسالته الموسومة بـ ترجيح البينات التي نحققها. تمت محاولة تحديد نسخ الرسالة في مكتبات المخطوطات في تركيا وخارجها، ومن بين النسخ التي تم الحصول عليها، أخذ النسخ الخمس التي كانت تواريخ استنساخها موجودة كأساس للتحقيق والمقارنة. أما نسخة المؤلف أو نسخة قوبلت بنسخة المؤلف لم نجدها.
  • Öğe
    Dil Ekollerinin İhtilaf Ettiği Yerlerde Taberî’nin Tercih Metodu: Nisâ Suresi Bağlamında
    (ÖMER TAY, 2024) Kaplangöz, Zahit
    Bilindiği üzere dil ekolleri Arap dilinin korunması ve gelişmesi adına önemli roller icra etmiştir. Bu bağlamda ilk dil ekolleri olan Basra ve Kûfe ekollerinin dile yaklaşımları ve bunun neticesinde ortaya koydukları farklı ilkeler Arap dilinin yorumlanmasında ihtilaflara sebep olmuştur. Bu ilkelerin en temeli her iki dil okulunun dilde kaynaklık teşkil eden Arap kabilelerine farklı yaklaşımlarıdır. Basra ekolü sadece bedevî Araplar arasında kullanılan dili kaynak olarak görürken, Kûfe ekolü bedevî olsun medenî olsun genel olarak Araplar arasında kullanılan dili kaynak olarak görmüşlerdir. Buna göre Basra ekolü dilin yapısını, asıl gördükleri bedevi dilinden kıyas ederek ortaya çıkardıkları kurallarla inşa etmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla Basra ekolünde kuralların ağırlığı Kûfe ekolüne göre daha çok hissedilmiştir. Oysa Kûfe ekolünde kuralların tespiti belirli bir zümreyle sınırlı kalmadığı için dilde daha esnek bir yaklaşım görülmektedir. Bu doğrultuda Kur’an’ın dilsel bağlamda tefsirine önem vermesi açısından Taberî’nin (ö. 310/923) tefsirinin incelenmesi önem arz etmektedir. Taberî tefsirinde, ayetleri gramatik açıdan tahlil etmekte, anlamı ve yapısına göre bazı kelimeleri incelemekte, Kur’ân’ın kıraatlerinden ve Arap lehçelerinden faydalanmakta, ayetlerin i‘râbını yaparken farklı görüşleri delilleri ile birlikte tartışmaktadır. Diğer bir deyişle bu tefsir kendinden önceki ilmi birikimi bir araya getirmiş ve kendinden sonraki eserlere de zikredilen birikimin aktarılmasına vesile olmuştur. Bu çalışma İslamî ilimler açsından önemli bir şahsiyet olan Taberî’nin dil ekollerinin ihtilaf ettiği yerlerde yapmış olduğu tercihleri ve bu tercihlerde var olan metodu ortaya çıkartmayı amaçlamaktadır. Çalışma öncelikle Taberî öncesi dil ekollerinin ihtilaf ettiği konulardaki görüşlerin ön plana alınması ardından Taberî’nin yaklaşımının tahlili üzerine yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda çalışmada Taberî’nin tevil metotlarından bağlam, zahir anlam, Arapların yaygın sözleri, hadis ve onun yapmış olduğu dilsel kıyas gibi temel kriterlerin aynı zamanda onun söz konusu ihtilaflı yerlerde tercih metodunun da temel kriterleri olduğu iddia edilmiştir.