Makale Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 79
  • Öğe
    Nef’î ve Nedîm’in şiirlerinde şûhluk
    (Ahmet TANYILDIZ, 2021) İpek, Abdulmuttalip
    Klasik Türk şiirinin en yaygın nazım şekli olan gazel, işlediği konular ve şairlerin bu konuları ele alış tarzı göz önünde bulundurularak başına “âşıkâne, rindâne, sûfîyâne, hakîmâne” gibi sıfatlar almıştır. Buna göre kadın ve aşkın güzelliklerinin, zarif ve çapkın bir tarzda anlatıldığı gazeller “şûhâne gazel” adıyla anılmakta olup bu tarzın en önemli temsilcisi olarak ise Nedim (1681-1730) kabul edilmektedir. Klasik Türk şiirinin tarihî seyri içerisinde vücuda getirilmiş divanlar incelendiğinde Nedim’den önce Bâkî (1526-1600), Şeyhülislâm Yahyâ (1561-1644) ve Nef’î (1572? -1635) gibi başka şairlerin de şûhâne tarzda beyitler söylediğini görmek mümkündür. Fakat Dîvân’ında doğrudan bu tarzın ismini zikrederek Sultan Osman’a sunduğu kasidenin bir beytinde, cihana “şûh tarzı” öğretmiş olmakla övünen Nef’î’deki şûhluk, bu tarzın en mühim temsilcisi kabul edilen Nedim’e göre farklılık arz etmektedir. Bu çalışmada, Nef’î ve Nedîm’in şiirlerinden hareketle şûhluğun söz konusu iki şair tarafından nasıl algılandığı ve işlendiği mukayese edilerek değerlendirilmeye çalışılacaktır.
  • Öğe
    Yusuf Hakîkî Baba’nın Mahabbetnâmesi ve dil özellikleri
    (Yusuf Aydoğdu, 2021) Altuğ, Murat
    Dil araştırmacıları 13-15. yüzyıllar arasında çoğunlukla Anadolu coğrafyasında kullanılan edebi dile genel olarak Eski Anadolu Türkçesi (EAT) adını veriyorlar. Bugünkü Türkiye Türkçesinin kuruluş evresi olan bu dönemde pek çok eser yazılmıştır. Bunlardan biri de Yusuf Hakîkî Baba’nın dinî-tasavvufî eseri Mahabbetnâme’dir. Yusuf Hakîkî 15. yüzyılda Aksaray’da yaşamış bir mutasavvıf şair ve yazardır. Mahabbetnâme de dinî-tasavvufi konuların ustalıkla işlenmesi ve dönemin genel gramer yapısına uygun özellikler göstermesi yanında kendine özgü yönleri ile dikkat çeken bir eserdir. Bu çalışmada eser, tasvirî bir yöntemle dil bilgisi özellikleri bakımından incelenmiş, örneklerle eserin gramer kuralları ortaya konmaya çalışılmış, yer yer bugünkü Türkiye Türkçesi ile benzeşen ve ayrılan yönlerine dikkat çekilmiştir. Pek çok eser -doğal olarak- çoğunlukla yazıldığı dönemin özelliklerini taşır. Bu sebeple dönemindeki diğer eserlerle benzerlik göstermekle birlikte her eserin -az veya çok- kendine has yönleri de yok değildir. Mahabbetnâme de hem dönemin özelliklerini hem de kendine özgü özellikleri bünyesinde barındıran bir eserdir. Bu çalışmada Yusuf Hakîkî Baba’nın Mahabbetnâme adlı eseri ses ve şekil bilgisi bakımından incelenmiş, eserin dönemin özelliklerine uyan yanları ile farklılaşan yanları ortaya konmaya çalışılmıştır.
  • Öğe
    Bastırılmış eril otoritenin ikircikli bunalımı: Salon Köşelerinde bir istibdat dönemi anlatısı
    (Yakup YILMAZ, 2020) Somuncuoğlu Özot, Gamze
    1898 yılında Servet-i Fünun dergisinde tefrika edilen Salon Köşelerinde, istibdatın baskısı nedeniyle çıkarılan bölümlerin yazar tarafından eklenmesiyle 1912 yılında kitap olarak yayımlanmıştır. Safveti Ziya ve Salon Köşelerinde adlı yapıtı Servet-i Fünun Edebiyatı denilince akla ilk gelen isimlerden olmamakla birlikte yazar ve romanı hakkında çalakalem yazılmış az sayıda eleştiri Safveti Ziya’yı ve Salon Köşelerinde adlı yapıtını haksız ithamların hedefi hâline getirmiştir. Yapıtın ana kahramanı Şekip’in, Safveti Ziya’nın gerçek hayatından izler taşıyor olması üzerine yapılan değerlendirmeler ne yazıktır ki Türk edebiyatının eleştiri alanındaki boşlukları üzücü bir şekilde ortaya koymaktadır. Roman türünün özellikleri ıskalanarak yapılan yorumlar ve bunların yeni kuşaklar tarafından kopyalanıp yapıştırılması uzun yıllar eser ve yazarının yanlış değerlendirilmesine neden olmuştur. Romandaki gerçek-kurmaca sorunsalı, otobiyografik kurmaca meselesi Salon Köşelerinde değerlendirilirken ele alınmamış konulardır. Şu gerçeği kabul etmek gerekir ki Salon Köşelerinde edebi açıdan mükemmel bir yapıt değildir; ancak yazıldığı dönemin tarihine zekice sahne oluşuyla göz ardı edilemeyecek bir romandır. Yapıtta konu edilen dönemde Osmanlı insanının Tanzimat’la başlayan Doğu-Batı ikileminin Servet-i Fünun dönemindeki ilerlemiş boyutu ustaca ortaya konulmuştur. Batı kültürü ile milliyetçilik duygularının çatışmasından doğan buhran ve mecburi kayıtsızlık psikolojisi bazı açılardan sunulmuştur. O dönemde İstanbul’da yaşayan yabancı unsurların hâkimiyeti, rahatlığı ve Osmanlı insanına bakışı çarpıcı bir şekilde yansıtılmıştır. Bu çalışmada yapıta tarihsel eleştiri perspektifinden yaklaşılırken Safveti Ziya’nın istibdat döneminde eril zihinlerin bulandırılmasına ilişkin yaptığı kurgusal eğretileme irdelenecek ve yapıtın otobiyografik özellikleri bağlamında Safveti Ziya’nın doğru algılanıp algılanamadığı ortaya konulmaya çalışılacaktır.
  • Öğe
    Abdullah-ı İlâhî’nin Usûl-i Vusûl-i İlâhiyye adlı eseri
    (Yakup YILMAZ, 2020) Güneş, İsmail
    Türk dili tarihinde XIII. ve XV. yüzyıllar arasını kapsayan Eski Anadolu Türkçesi döneminde, pek çok telif ve tercüme eser kaleme alınmıştır. Telif ve tercüme edilen eserler arasında, halka bazı dini ve ahlaki değerlerle kavramların öğretilmesini amaçlayan ve halkın anlayabileceği bir üslupla yazılan dini-didaktik nitelikte olanların sayısı hayli fazladır. Bu doğrultuda meydana getirilen kimi eserler, İslam’ı mistik ve felsefi bir bakış açısıyla yorumlayan tarikat mensupları tarafından halka kendi paradigmalarını öğretmek ve benimsetmek amacıyla ortaya konmuştur. Orta Asya’dan Anadolu’ya dervişler tarafında taşınan ve geniş bölgelere yayılan tasavvufi cereyanlardan biri de Nakşibendiliktir. Nakşibendiliğin esaslarını ve öğretilerini halka öğretmek ve yaymak düşüncesiyle Anadolu sahasında birçok eser yazılmıştır. Bu bağlamda Anadolu topraklarında yazılan eserlerden biri de Usûl-i Vusûl-i İlâhiyye’dir. Molla Abdullâh-ı İlâhî adlı Nakşibendi tarikatına bağlı bir mutasavvıf tarafından kaleme alınan eserde, Nakşibendilik öğretisi doğrultusunda dini ve tasavvufi kavramlarla ahlaki değerlere yer verilmiştir. Genel anlamda iyi bir Müslüman olmanın esaslarını ortaya koyan eser, özellikle tasavvuf yoluna giren tasavvuf erlerinin sahip olmaları gereken davranış ve tutumları ön plana çıkarmaktadır. Abdullâh-ı İlâhî tarafından aynı adla manzum ve mensur olmak üzere iki farklı biçimde yazılan Usûl-i Vusûl-i İlâhiyye, Eski Anadolu Türkçesinin dil özelliklerini yansıtmaktadır. Bu çalışmada, müellif adı geçmediği için kaynaklarda farklı kişilere atfedilen Usûl-i Vusûl-i İlâhiyye adlı eserin manzum yazılan nüshası tanıtılarak söz konusu eserin içeriği, dili ve müellifiyle ilgili bilgiler verilecektir.
  • Öğe
    Hâfız Şârihlerine göre Şirazlı Türk
    (Cengiz Alyılmaz, 2019) Taş, Bünyamin
    Osmanlı Türklerinin beğeniyle okudukları Hâfız-ı Şîrâzî‟nin [öl. 1390?]şiirleri arasından özellikle bir beytin günümüzde de ilgiyle karşılandığı görülmektedir. Hâfız Dîvânı‟nda ilk sıralarda yer alıp içerdiği “Turk-i Şîrâzî (Şirazlı Türk)” terkibi ve etrafında teşekkül eden menkıbeler dolayısıyla çeşitli yorumlara da mevzubahis olan söz konusu matla beyti, tarihî süreç içerisinde farklı şairler tarafından yazılan cevaplarla güncelliğini daima koruması bakımından herhangi bir Hâfız şiirinden daha fazla ilgi görmüştür denilebilir. Bu itibarla şerh kitaplarında da olabildiğince ayrıntılı yorumlanmıştır. Hâliyle beytin asıl kahramanı olan ilk mısradaki “Turk-iŞîrâzî” terkibi de değişik açılardan değerlendirmelere tabi tutulmuştur. Bu değerlendirmelerde evvela klasik şiirin yerleşik mecazlarına dikkat çekildiği görülmekle birlikte birtakım tarihî ve sosyolojik bilgilere de temas edilmiştir. Keza oldukça dikkat çekici tasavvufî yorumlar da serdedilmiştir. Bu çalışmada, söz konusu beyitte yer eden “Turk-i Şîrâzî” terkibi üzerine Türk ve İranlı şârihlerce yapılan yorumlar ele alınmıştır.
  • Öğe
    Klasik türk şiirinde Kirmân şehri ve onunla ilgili farisî bir mecâz-ı örfî: Zîre Be-Kirmân
    (Selçuk Üniversitesi, 2019) İpek, Abdulmuttalip
    Klasik Türk şiirini besleyen malzeme oldukça fazladır ve çeşitlilik arz eder. Söz konusu malzemenin bu denli çeşitlilik arz etmesinde ise Osmanlının siyaset arenasında çok geniş topraklara sahip olması kadar Türklerin İslam dinini kabul etmelerinin de etkili olduğu şüphesizdir. Bu bakımdan Osmanlı şiiri, bir taraftan Osmanlının hâkim olduğu coğrafyanın getirdiği unsurlardan, öte taraftan ise İslam medeniyetinin sunduğu malzemeden beslenmiştir. En yaygın adlandırma ile“divan şiiri” olarak anılan; tarihsel olarak ise XIII. yüzyıldan başlayarak XIX. yüzyıla kadar yaklaşık altı asrı müştemil edebî dönem göz önünde bulundurulduğunda, hemen öncesindeki beylikler dönemi ile Osmanlı bürokrasisinin ilk dönemlerinde Arapça ve Farsçaya karşılık, Türkçenin bir şiir dili olarak işlenip geliştirildiğine şahit olmaktayız. XVI. ve XVII. yüzyıldan itibaren ise Şeyhî, Ahmed-iDâ’î, Ahmedî gibi Germiyanlı şairlerin şiir dili, Fars şiirinin tesirlerine daha açık hale gelmiştir. Bununla birlikte İranî gelenekten tevarüs eden pek çok husus, Türklerin İslamiyet öncesi dönemine ait olup bu gelenek mazmun, hayal dünyası ve şiir anlayışı bakımından her zaman klasik Türk şiiri üzerinde etkili olmuştur.Bu makalede de bir İran şehri olan Kirman ve onun klasik Türk şiirindeki kullanımları ile yine bu şehir dolayısıyla Türk şiirinde kullanılmış Farisî bir mecaz olan “zîre be-Kirmân” tabiri, örnek beyitlerden hareketle ve kronoloji göz önünde bulundurularak incelenmeye çalışılacaktır.
  • Öğe
    Kurtuluş Savaşı’na Dair Bir Kronikat: Sarayköy Kronikatı
    (Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, 2019) Mezkit Saban, Gülperi
    Anlatım; işaretler, sesler, mağara duvarına çizilen resimler, taşa kazınan motifler ve alfabeler sayesinde milletleri ayıran dillerin ürünüdür. Her biri anlatım için vardır ve sadece araçtır; aslolan anlatımdır. Anlatılan metin kapsamında, kaostan kozmosa geçiş bir anlatı örneğidir; toplumların evrildikleri barbarlık/kahramanlık/modernlik çağları da anlatım sayesinde günümüze ulaşmıştır. Anlatımın türünü, anlatılanın zamanı, mekânı, şahısları ve kurgusu belirler. Ele alınan anlatım türlerinden tarihi memorat olarak adlandırılan “Kronikat”, yazılı tarihin önemsemediği/ayrıntıya girmediği, halk tarihi olarak adlandırılabilecek sözlü tarih anlatılarını inceler. Yunan Kuvvetlerinin, Kurtuluş Savaşı zamanında, Denizli Yenicekent-Sarayköy hattında kaldığı ve daha ileriye geçemediği yazılı tarihte malumdur; lakin yörede yaşamış ve olayların bizzat tanığı olmuş yüz sekiz yaşındaki Ayşe Selman, Yunan Kuvvetlerinin Sarayköy’ü nasıl geçemediğini ve yöre halkının topyekûn olağanüstü mücadelesini yazılı tarihte bulunmayan şekliyle anlatır. Bu bağlamda sözlü kültür, ikincil sözlü kültüre ve yazılı kültüre nispetle hala hayati önemi haizdir ve görülmektedir ki sözlü tarih, yazılı tarihin giremediği ayrıntıya girebilmekte ve detayları halkın diliyle ortaya koyabilmektedir. Kurtuluş Savaşı'nın 100. yıl dönümünde, derleme imkânını bulduğumuz bu kronikat aynı zamanda dönemin kültürel dokusunun görülmesini sağlar.
  • Öğe
    Has-bağçede 'Ayş u Tarab'da klasik türk edebiyatının iranî menşei tezi
    (Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2019) Taş, Bünyamin
    Menşe tartışmaları, modern edebiyat tarihlerinin yazılmaya başlandığı 19.yüzyıldan itibaren, ulusçuluk akımının da etkisiyle, edebiyat tarihlerinin ilk ve en önemlimeselesi haline gelmiştir. Söz konusu tartışmalar, ileri sürülen problemin tabiatı gereğince,sanat eserinin kıymetini sanatın kendi kuralları çerçevesinde değerlendirmek yerine eserinait olduğu edebî geleneğin tarihî gelişim çizgisi ile ulusal tarih/siyaset arasında güçlü birbağ kurmaya odaklanmıştır. Böylece eserlerin anlam ve biçim katmanındaki muhtelifunsurların milliyetini tayin etme çabası ön plana çıkmıştır. Bu bağlamda klasik Türkedebiyatı merkezli modern araştırmaların/tartışmaların önemli bir kısmı da menşeproblemine hasredilmiştir. Araştırmaların temel meselesinin çok spesifik olduğudurumlarda bile araştırmacıların kendilerini bir şekilde menşe tayiniyle ilgilenmek zorundahissettikleri görülmektedir. Künyesinden ve takdim yazısından açıkça anlaşılacağı üzereOsmanlı seçkinlerinin eğlence hayatını ve bu hayatın ayrılmaz bir parçası olan şiir ve şairkonularını ele alan Has-bağçede ‘Ayş u Tarab’ın da ilk mevzusu menşe tayinine ayrılmıştır.Halil İnalcık, Osmanlı seçkinlerinin eğlence hayatının en somut mekânı olan işret meclisigeleneğinin hem şekil hem de muhteva yönünden temel olarak İslam öncesi İran kültürününbir uzantısı olduğunu ve dolayısıyla işret meclislerinin vazgeçilmez bir unsuru olan klasikşiirin de büyük ölçüde İranî gelenekten beslendiğini ileri sürmektedir. Bu çalışmada, Halilİnalcık’ın Has-bağçede ‘Ayş u Tarab’da ileri sürdüğü İranî menşe tezinin mesnetleri ve bumesnetlerin söz konusu tezi destekleyip desteklemediği tartışılmıştır.
  • Öğe
    Refik Halit Karay ile sürgün kadın kahramanlarının ortak özellikleri
    (Yakup YILMAZ, 2019) Dağ, Necla
    Sürgünlük kavramı siyasi, sosyal, ekonomik sebeplerden kaynaklı cezalandırılma, belli bir süre veyadaimi olarak yerinden edilme, başka bir yere gönderilme durumlarını ifade eder. Çoğunlukla göçolgusuyla birlikte ele alınan bu kavram, irade dışında gerçekleşmesi yönüyle göç ile bazı farklılıklarıiçermektedir. Bu çalışmada sürgün kavramı hayatının iki döneminde sürgün cezasına çarptırılanTürk edebiyatının önemli isimlerinden Refik Halit Karay’ın yaşamı ve eserleri üzerindendeğerlendirilecektir. Sürgüne gönderildiği beş yıl boyunca Anadolu’da ve Anadolu dışındakihayatında gözlem yeteneğini kullanarak sürükleyici roman kurguları oluşturan yazarın ulaşımimkânlarının sınırlı olduğu dönemlerde yaptığı yolculukların eserlerine yansımaları üzerindedurulacaktır. Refik Halit, bu sürgün yolculukları sırasında insanları gözlemleyerek eserleri içinkahramanlar biriktirir. Kendi yaşamında bazı olayları kurguya dâhil ederek olayları gerçekçi birzemine oturtmaya çalışır. Türk edebiyatında genellikle siyasi, sosyal veya başka nedenlerden dolayısürgün edilen erkek kahramanların hayatını ele alan eserler mevcuttur. Refik Halit; Yezidin Kızı,Çete ve Nilgün romanlarında diğer eserlerin aksine sürgün erkekleri değil; kadın kahramanları elealarak farklı bir yaklaşım sergiler. Farklı kültürlerin temsilcileri olan roman kahramanları Zeli, Ninave Nilgün çeşitli nedenlerle sürgüne mahkûm olmuşlardır. Yazar, sürgünün kadın psikolojisindeaçtığı yaraları bu kahramanların kişilikleri üzerinden derinlemesine irdeler. Genellikle herkesindikkatini çekecek güzellikte ve güçlü yapıda, çok iyi silah kullanan, birkaç yabancı dil bilen, iyi eğitimalmış bu kadınların hemen hepsinin uzun yolculuklara çıktıkları ve çeşitli maceralar yaşadıklarıgörülür. Belli bir amaç ile yola çıkan bu kadınların casus rolü üstlenmeleri, tımarhanede kalmışolmaları ya da ruhsal hastalıklarla ile ilgili tedavi görmüş olmaları diğer ortak özellikleridir. Buçalışmada yazarın Yezidin Kızı, Çete ve Nilgün romanlarındaki kadın kahramanların yaşadıklarısürgün hayatı ve bu kadınların ortak özellikleri üzerinde durulacaktır.
  • Öğe
    Kadim bir şifreleme yönteminin kültürümüzdeki yansıması: Hatt-ı şecerî
    (Yakup YILMAZ, 2019) Taş, Bünyamin
    El yazması eserlerde, birbirinden farklı yöntemlerle tasarlanmış standart dışı alfabe örnekleriylekarşılaşılabilmektedir. Herkesçe bilinmemeleri itibarıyla birer gizli yazı türü olarak da kabul edilenbu alfabelerden biri de hatt-ı şecerîdir. Adını şeklinin ağaca benzemesinden alan söz konusu yazıyamuhtelif türdeki Türkçe, Arapça ve Farsça el yazmalarında tesadüf edilebilmektedir. Arap yazısınınebced diziliminden faydalanarak tasarlanan bu alfabenin, geçmişte bazı bilgileri gizli bir şekildekaydetmek veya güvenli olarak nakletmek amacıyla kullanıldığı anlaşılmaktadır. Yine şeklindenötürü hatt-ı nahlî, hatt-ı servî, hatt-ı şecer, kalem-i miscer, kalem-i müşeccer, kalem-i serv ve kalemişecerî gibi birçok farklı adla da anılan söz konusu alfabe, kadim bir şifreleme yöntemindenyararlanılarak tesis edilmiştir. Bu yöntem, el yazması kayıtlarından ve sair kaynaklardaki bilgilerdenanlaşıldığı kadarıyla en az 2.500 yıllık bir geçmişe ve kullanıldığı dönem itibarıyla da evrensel biryaygınlığa sahiptir. Bahse konu yöntemin İslam muhitindeki bir yansıması olan hatt-ı şecerî, elyazmalarındaki uygulama örneklerine ve kaynaklardaki başka kayıtlara göre temelde üç farklı modelesahiptir. Bu çalışmada hatt-ı şecerînin tafsilatlı bir tanımı yapılarak menşei konusu tartışılmış,mevcut örnekler üzerinden belli başlı modelleri belirlenip müstakil türler olarak tasnifleri yapılmışve el yazmalarındaki işlevlerine bakarak daha çok ne tür metinlerde hangi amaçlarla kullanıldıklarıbelirlenmeye çalışılmıştır.
  • Öğe
    Hasan Hilmî Edirnevî Divanı ve divanı’nda ayet iktibasları
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2018) Ekici, Hasan
    XIX. yüzyıl şairlerinden Hasan Hilmî Edirnevî’nin Divan’ında naʻt türünde 343 şiirvardır. Şair, “Divanı’nda” birkaç şiir haricinde redif olarak “yâ Resûla’llâh”, vezinolarak da “mefâʻîlün / mefâʻîlün / mefâʻîlün / mefâʻîlün” kalıbını kullanmıştır.Divanı’ndaki şiirlerden hareketle onun şekilden ziyade manaya önem verdiğisöylenebilir. Ayrıca şiirlerinde tasavvufla ilgili terimlere sıkça yer veren Hasan HilmîEdirnevî’de tasavvufun -özellikle Nakşibendî tarikatının- etkisi olduğu görülmektedir.Klasik Türk edebiyatının beslendiği temel kaynaklardan biri Kur’ân-ı Kerîm’dir.Hasan Hilmî Edirnevî, eserini kaleme alırken ayetlerden iktibaslar yapma yoluyla bukaynaktan çokça istifade etmiştir. Ayetler, lafzen, manen ve telmih yoluyla iktibasedilmiştir. Şair, ayet iktibaslarını söylemek istediği konuya uygun olarak seçmiş, buyöntemle şiirlerindeki manayı kuvvetlendirmek istemiştir. Bu çalışma, iki bölümdenoluşmaktadır: Birinci bölümde Hasan Hilmî Edirnevî’nin Divan’ı tanıtılacak, ikincibölümde ise şiirlerdeki ayet iktibasları ile bunların beyitlerde kullanımına örneklerverilecektir. Böylece ayet iktibaslarının şairin düşünce dünyasında nasıl şekil bulduğuortaya konulmaya çalışılacaktır.
  • Öğe
    Aksaray İli Hamidiye Alaca Ağzının Şekil Özellikleri Üzerine
    (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi S, 2023) Altuğ, Murat
    Dil sadece yazılı olan bir sistem değildir. Standart dilden konuşma düzeyinde ses ve şekil farklılıkları gösteren yerel konuşmalar da dilin sınırları içerisindedir. Bu farklılıklarla oluşan yapılara Türkolojide genellikle ağız ismi verilmektedir. Bir bölgenin ağız özelliklerinin oluşmasında etnolojik, coğrafî ve tarihî etmenler de önemli bir etkiye sahiptir. Aksaray ili Hamidiye Alaca ağzı da bu özellikleri sebebiyle hem genel dilden hem de Aksaray ağzından farklı özellikler gösteren bir ağızdır. Bu makalenin konusu Hamidiye Alaca ağzının şekil özelliklerini belirlemektir. Bunun için 19. asrın ikinci yarısından itibaren Anadolu’ya göç eden Kırım Tatar Türklerinin yoğun olarak yaşadığı yerleşim yerlerinden biri olan Hamidiye Alaca’dan saha çalışmasıyla 25 kaynak kişiyle görüşülerek yaklaşık 90 sayfalık metinler derlenmiş ve bu metinler çeviri yazı sistemiyle yazıya aktarılmıştır. Böylece son yıllara kadar dışa kapalı bir topluluk özelliği gösteren Hamidiye Alaca’da yaşayan Kırım Tatar Türklerinin ağzının şekil özellikleri tespit edilerek sınıflandırılmıştır.
  • Öğe
    Özbekistan’da Çay İçme Geleneği ve Yayımlanmamış Bir Çayname
    (Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, 2024) Yıldız, Çetin
    Çay, Özbek toplumunun günlük yaşantısında en çok tüketilen içeceklerin başında gelmekte olup toplumsal yaşantıda geleneksel bir yapıya sahiptir. Bu geleneksel yapıyla çayın hazırlanışında, kullanılan malzemelerde ve ikramında karşılaşılmaktadır. Özbek Türkçesinde çay ile ilgili pek çok ifade ve kavram ortaya çıkmıştır. Çay aynı zamanda edebî eserlere de konu olmuştur. Hem Özbekistan’da hem de Türkiye’de Özbek toplumundaki çay geleneği ile ilgili az sayıda çalışma yapılmıştır. Yapılan çalışmalarda çayın kültürel boyutu göz ardı edilmiştir. Bu çalışma iki ana kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda Özbekistan’da yaşayan Özbek toplumunda çayın hazırlanışı, sunumu, tüketimi ile ilgili bütün gelenekleri içeren çay kültürü ele alınmıştır. İkinci kısımda ise Özbekistan Ali Şir Nevai Edebiyat Müzesi’nde 521/VII numara ile kayıt altına alınmış ve daha önce hakkında herhangi bir çalışma yapılmamış olan “çaynâme” Latin alfabesine aktarılmış ve dil içi aktarım yapılarak Türkiye Türkçesine çevrilmiştir. XIX. yüzyılda yazıldığı belirtilen bu eser Özbek kültüründe çaya verilen kıymeti göstermesi ve hakkında daha önce bir çalışma yapılmamış olması bakımından önemlidir.
  • Öğe
    Husniyyat or Hasen Shi'r as an Independent Genre in Classical Turkish Poetry
    (İstanbul Üniversitesi, 2024) Taş, Bünyamin
    The word ḥusniyyāt and the phrases uslūb-i ḥasen, naẓm-i ḥasen, shi‘r-i ḥasen and ṭarz-i ḥasen, which are found in verse and prose classical Turkish literature texts, are used in a way that refers to a special literary term that is widely known, apart from their dictionary meanings. However, to my knowledge, no explanation of the terminological meaning of these expressions can be found in contemporary sources. In some recent scholarly publications, some determinations regarding the terminological function of the word ḥusniyyāt were included. However, the compositions uslūb-i ḥasen, naẓm-i ḥasen, shiʿr-i ḥasen and ṭarz-i ḥasen were not the subject of academic research. Therefore, it remains unclear whether these expressions, especially the phrases other than ḥusniyyāt, have a terminological equivalent, and if so, in what sense they are used. This study aims to determine, through the attestation of the texts in the canon, whether the words and phrases in question are used for terminological purposes and, if they are specialised literary terms, what kind of texts they refer to. In this framework, firstly, more than two hundred works of dīvān, mathnavī, tadhkirah and majmu‘ah in the field were scanned, the relevant attestations were identified, and the meaning of the mentioned phrases in the context was tried to be determined. As a result of the analyses and evaluations, it was determined that both the word ḥusniyyāt and other phrases were used as a special literary term denoting poems about beauties and love, as the equivalent of “güzelleme” in Turkish folk poetry in classical literature
  • Öğe
    Lacanyen Psikanalizi Zamansız Bir Dil Kullanarak Romana Kodlamak
    (Atatürk Üniversitesi, 2024) Somuncuoğlu Özot, Gamze
    Zamansız adlı roman; şiirsel anlatımı, dili yeniden inşa edişi, postmodern özellikleri, psikolojik alt yapısı, geleneğe yaptığı göndermeler gibi birçok detayı içinde barındıran bir anlatıdır. Oldukça girift bir o kadar da renkli bir kurguya sahip olan Zamansız roman “dil” üzerine yaptığı vurgular ve özellikle romanın ilk bölümlerinde görülen gündelik dilden olabildiğince uzak, özgün dil anlatımıyla dikkatleri çekmektedir. Bu çalışmada Latife Tekin’in Zamansız adlı yapıtı, romanda sıkça atıf alan “dil” unsurunun ekseninde irdelenmiştir. Yapıt; post- yapısalcı bir yaklaşımla psikanalizi derinleştiren, dil’e bakışa yeni bir soluk getiren Jacques Lacan’ın öğretilerinden yer yer yardım alınarak anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Freud’un öğretileri üzerinde çalışan Lacan, özellikle bilinçdışı konusunda sergilediği bilimsel yaklaşımla kendinden söz ettirmiştir. Saussure ve onun dilbilim çalışmalarını da yakından takip eden Lacan, psikanaliz ve dilbilim çalışmaları arasında bağlantı kurmuş ve özellikle bilinçdışı ve dil arasındaki ilişki konusunda kendi döneminde Freud’un ortaya koyduğu bilimsel yapıyı geliştirmiştir. Zamansız’da kullanılan gösteren- gösterilen sistemi, metaforlar, rüya, birbirinin yerine geçen karakterler, oğlu ve kızına ilişkin duygularını anlatan anne rolünü üstlenmeye çalışan bir sevgili, “Eksik Kalan” alt başlığı altında dile getirilen baba, sil baştan oluşturulması arzulanan dil, yaşanılan hayal kırıklıklarını anlamak ve onarmak için yazılmaya çalışılan hikâye gibi konular, bu yapıtın Lacan ve onun öğretileri ile anlamlandırılabileceği düşüncesini oluşturmuştur.
  • Öğe
    Rûhî’nin Terkib-Bendinde dinî kurumların eleştirisi
    (Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2024) Taş, Bünyamin
    Rûhî’nin terkib-bend nazım biçimiyle yazdığı eleştirel şiiri, yazıldığı günden itibaren büyük bir ilgi görmüştür. Bu durumun doğal bir sonucu olarak ait olduğu gelenek içinde, bilindiği kadarıyla, otuz civarında naziresi vardır. Rûhî’nin terkib-bendine gösterilen alaka, modern dönemde akademik araştırmalar aracılığıyla da sürdürülmüştür. Söz konusu bilimsel yayınlarda genellikle şiirdeki eleştirinin hangi kavramlarla örüldüğüne dikkat edilmiş ve şairin adaletsizlik, liyakatsizlik, riya, tamah ve nankörlük gibi davranışları eleştirdiği tespit edilmiştir. Bu yazıda ise şiirde “zahid” veya “sufi” olarak çağrılan tipler aracılığıyla yapılan eleştiriye dikkat çekilmiştir. Toplam on yedi bendden oluşan şiirin önemli bir kısmı, bu tiplerin yerilmesine ve onlara mukabil “rind” tipinin yüceltilmesine mahsustur. Şiirin yarısından fazlasına tekabül eden on bendde anılan tiplemeler üzerinden dinî kişiliklerin yerilmiş olması, şairin eleştirisinde din konusunun daha özel bir yeri olduğunu göstermektedir. Eleştiri, mezkûr tiplemelerin uygunsuz görülen eylemleriyle sınırlı kalmayıp onların statüsüyle alakalı sembollere de uzanmıştır. Böylece medrese, mescit, tekke, kitap, cüppe ve sarık gibi semboller yardımıyla dinin kurumsallaşan yapısına yönelik bütüncül bir eleştiri yapılmıştır.
  • Öğe
    Ўзбек Ва Турк Тилларида Замоннинг Муқаддас Қадрият Сифатида Ифодаланиши Хусусида
    (Musa Yavuz Alptekin, 2024) Sultonova, Shoxista; Yıldız, Çetin
    Вақт инсон учун ҳаётни тартибга солиш, баҳолаш ва оргатиш каби коп жиҳатдан энг қимматли тушунчалардан биридир. Ҳам диний, ҳам ижтимоий, ҳам маданий ҳаётда муҳим орин тутган бу тушунча бугунги кунда коплаб илмий соҳаларда тадқиқот мавзусидир. Ана шундай фан соҳаларидан бири тилшуносликдир. Тилшуносликнинг тавсифий, қиёсий ва маданий лингвистик таҳлил усуллари билан муқаддас матнлардаги вақт тушунчаси, вақтнинг инсон ҳаётини қуршаб турган омил эканлиги ва унинг турли тил воситаларида, базан муқаддас, базан оддий ифодалар билан қолланилиши, вақт билан боглиқ диний амрларнинг халқ тилига чуқур сингиб бориш масаласи котарилгандир. Вақтни ифодаловчи созларнинг муқаддаслиги ҳам вақтнинг муқаддаслиги билан боглиқ. Бу ҳолат муқаддас матнларда тез-тез учраб туради ва бугунги кунда ҳам, айниқса, мақол ва иборалар каби тургун бирикмаларда козга ташланади. Астрологик ва эсхатологик диний тушунчаларни конкретлаштириш, инсон учун муҳим болган давр ва вақтларни қайд этиш билан бирга халқ тақвимида турли маросимлар (байрам ва иш кунлари, роза вақти, яхши ва ёмон кунлар кабилар) пайдо болган. Бу маросимлар вақт билан боглиқ қолиплашган соз ва ифодаларни оз ичига олади. Генетик томондан қардош ҳисобланган турк ва озбек халқлари ортасида тил ва маданият жиҳатидан бирмунча фарқлар мавжуд болса-да, бу икки жамиятнинг вақт тушунчасига болган қарашлари этиқод бирлиги туфайли охшашдир. Озбек ва турк жамиятлари муштарак маданиятида диний этиқодлар доирасида шаклланган вақт тушунчаси ушбу тадқиқотнинг асосий мавзусидир. Мақол, ибора ва халқ этиқодидаги вақт тушунчаси қиёсий муҳокама қилинди. Шундай қилиб, мақоламизда ҳар икки жамиятда бу тушунчанинг охшаш ва фарқли томонлари очиб берилади.
  • Öğe
    Kınalızâde Ali Çelebi’nin Ahlâk-ı Alâ’î’sinde edebiyat sorunsalı
    (Çukurova Üniversitesi Türkoloji Araştırmaları Dergisi, 2024) Taş, Bünyamin
    Günümüzde kullanıldığı biçimiyle edebiyat kavramına modern dönem öncesi Osmanlı Türk yazınında rastlanmaz. Bu itibarla anılan dönemde edebiyatı diğer insan eylemlerinden ayırıp özel, saygın ve ayrıcalıklı uğraşlardan biri olmak üzere sanat kavramı altında tasnif etmek gibi açık ve yaygın bir değerlendirme ve kavrayış biçimi de yoktur. Hâliyle söz konusu dönemde, estetik ve poetik esaslar çerçevesinde doğrudan edebiyatın kendisini konu edinen müstakil eserler yazılmamıştır. Bunun yerine edebî sözün en temel iki formu olan şiir ve düzyazıdan biri veya nadiren ikisi hakkında, fıkıh kitaplarından şair tezkirelerine kadar muhtelif eserlere dağılmış hâlde bulunan parçalı değerlendirmeler söz konusudur. Bu tür değerlendirmeleri içeren nadir eserlerden biri de Ahlâk-ı Alâ’î’dir. Ahlâk-ı Alâ’î yazıldığı günden Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar yoğun ilgi görmüş bir eserdir. Bu sebeple Osmanlı düşüncesini anlama konusunda ana metinlerden biri kabul edilmektedir. Genel bir ahlak kitabı olarak nitelenebilecek eserde dille ilgili konulardan olmak üzere gerek şiir gerek düzyazı biçiminde yazılan edebî metinler de ele alınmıştır. Bu yazıda öncelikle Ahlâk-ı Alâ’î’nin bir problematik olarak edebî konuları ele alan bölümleri tespit edilmiş ve yazarın düzyazı ve şiire ilişkin söylemleri bütüncül bir şekilde değerlendirilmeye çalışılmıştır. Ahlâk-ı Alâ’î yazarı dil konusunu ne gramer ne estetik ne de adabımuaşeret bağlamında incelemiştir. Çağdaşı birçok yazar gibi o da öncelikle ve neredeyse yalnızca sözün dinî hükmüyle ilgilenmiştir. Dolayısıyla Ahlâk-ı Alâ’î’de edebî sözler de dinî ölçütler çerçevesinde belirlenen ahlaki alanın bir sorunsalı olarak ele alınıp doğru-yanlış yargılamasına konu edilmiştir. Bu itibarla gerekli ve yararlı görülmeyen her türlü edebî eylem sakıncalı ve hatta yasaklı faaliyetler kapsamına sokulmuştur. Gereklilik ve yararlılığın ölçütü ise temel ihtiyaçlar ve din olarak belirlenmiştir. Yani gündelik yaşamı sürdürebilmek için gereken zaruri sözler ve dua, Kur’an okumak, zikir vb. dinî olanlar dışındaki her türlü sözel eylem zarar kapsamına alınmıştır. Hatta dinî olan sözler bile uygun görülmeyen kimselerce söylenmesi hâlinde musibete müstahak olarak takdim edilmiştir. Edebî faaliyet yalnızca ehlince, yani âlimlerce ve kutsal bir amaca dönük olması hâlinde meşru kabul edilip aksi her durumda gereksiz ve zararlı görülmüştür. Ancak bu konularda eser ve yazarın tam anlamıyla tutarlı olduklarını söylemek mümkün değildir.
  • Öğe
    Kültürel kimliğin oluşturması ve geliştirilmesi bağlamında 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı
    (Motif Halk Oyunları Eğitim ve Öğretim Vakfı, 2024) Mezkit Saban, Gülperi
    Çocuk ve çocuk folkloru üzerine yapılan araştırmalar, batıda on sekizinci yüzyılda başlamış; Osmanlı toplumunda da on dokuzuncu yüzyılda ele alınabilmiştir. Bu dönemden önce, çocuk, ayrı bir birey olarak değerlendirilmediği için üzerine yapılmış kapsamlı çalışmalar da mevcut değildir. Bu sebeple çocuk kavramı, ‘modern dönemin icadı’ olarak adlandırılmıştır. Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında yaşanan modernleşme ile birlikte çocuğun ‘farkına varılması’ ve eğitim yolu ile kitleleştirileceğinin anlaşılmasına binaen ‘geleceğin yöneticileri olan’ çocuklar, dönemin hâkim düsturu olan ‘milliyetçi’ değerler ile yetiştirilmek istenmiştir. Bu çerçevede, meclisin açılış tarihi olan 23 Nisan 1920 ve aynı zamanda Milli Hâkimiyet Bayramı’nın yıl dönümü; 1925 yılında ilk olarak ‘Çocuk Haftası’ adı ile Himaye-i Etfâl Cemiyeti tarafından ilan edilmiştir. Art arda gelen I. Cihan Harbi ve Kurtuluş Savaşı neticesinde, ülkenin erkek nüfusunun büyük bir kısmının yok olmuş; bu sebeple birçok ailenin dağılmıştır. Babasız kalan çocukların açlık ve sefalet ile yüzleştiği esnada, Himaye- i Etfâl Cemiyeti tarafından ‘fayda esaslı’ oluşturulan ve bu amaçla ‘rozet ve pulların’ satıldığı gün olan 23 Nisan, 1926 tarihinde de ‘Çocuk Bayramı’ olarak ilan edilmiştir. Cumhuriyet yöneticileri, törenlerin ‘halkı bir araya getirme, yeni kurulan devletin sistemleştirdiği düşünceler üzerine ikna etme, bu düşünceleri benimsetme ve ritüel halinde sürdürmesini sağlamak üzere dönüştürücü gücünden de faydalanmıştır. Bu çerçevede milliyetçi düşüncelerin ‘en yoğun’ yaşandığı alanlar olarak da bilinen milli bayram törenleri, çocukların ‘milli’ kimliğini oluşturan ve dönüştüren bir parametre olarak değerlendirilmiştir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin simge ve sembollerinin, düşünce ve değerlerinin aktarım mekânı olarak görülen 23 Nisan Çocuk Bayramı, ‘dünyaya yeni gelen bir bebeğin’ doğuşu ile eş olarak görülmüştür. Bu metafor, yeni doğan bebeklerin, 23 Nisan’ın Çocuk Bayramı olarak ilan edildiği tarihte henüz altı-yedi yaşlarında oldukları ve yeni kurulan devletle yaşıt olarak görüldüklerinden hem çocukların hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘hayata doğuş bayramı’ olarak da adlandırılmıştır. Çocuk bayramı kapsamında ritüel haline gelen bir dizi modern öğreti, modern çocuk oluşturma ve geleceğin ‘modern Türkiye’sini’ yaratmak için de esas amaç olarak görülmüştür. Erken Cumhuriyet Dönemi’nde ulus-devlet projesi kapsamında ‘milliyetçi çocuk’ yetiştirmek, Cumhuriyet yöneticilerince ‘milli/vatani görev’ olarak sunulmuş; kamu kurumlarından sivil toplum örgütlerine ve toplumun en küçük birimi olan aileye kadar toplumun her kesiminden bu göreve katılmaları beklenmiş; çocukların da kendilerine ‘ideal’ olarak sunulan ‘Türk’e yakışan üstün vasıfları’ edinmeleri beklenmiştir. Ele alınan makalede, çocuğun birey olarak kabul edilmesinden sonra, üzerine inşa edilmek istenen değerlerin, Cumhuriyet aydınları tarafından nasıl işlendiği ve törenlerin bu kültürlenme sürecindeki etkisi anlatılacak ve Çocuk Bayramı’nın da katkısıyla oluşturulan Cumhuriyet çocuğunun profili ortaya konulacaktır.
  • Öğe
    Oto- Sosyo-Biyografik bir roman olan seneler ile otobiyografik bir roman okul arkadaşım’ı karşılaştırma denemesi
    (Abdulhakim TUĞLUK, 2024) Somuncuoğlu Özot, Gamze
    2022 Nobel edebiyat ödülünü almaya hak kazanan Annie Ernaux, yapıtları ile edebiyat dünyasının son zamanlarda üzerinde sıkça konuştuğu yeni bir teknik olan ve kolektif biyografi, total roman, oto-sosyo-biyografi gibi isimlendirmelerle anılan yeni bir türü yazın dünyasına armağan etmiştir. Bu çalışmada, Seneler isimli yapıt ve bu yapıtta yazarın öz yaşam öyküsünü sarıp sarmalayan onu daha nesnel bir söylemle anlatma derecesine ulaştıran tarih/gündelik hayat tarihi anlatımının Türk Edebiyatı’nın önemli kalemlerinden Melisa Gürpınar’ın söylemine benzerliği üzerine düşünceler ortaya konulacaktır. Oto-sosyo-biyografi, yapısı gereği içinde tarih ve gündelik hayat tarihini barındırmaktadır. 2021 yılında yayımlanan Ekoeleştirel Yaklaşımdan Kültürel Bellek Sorgulamasına Melisa Gürpınar Metinleri başlıklı çalışmada da ortaya konulduğu üzere Melisa Gürpınar’ın yapıtlarında dikkat çeken önemli unsurların başında kültürel belleğin zayıflaması, kültür unsurlarının unutulması, çiçek ve ağaç türlerinin isimlerinin hatırlanmaması, kutlamaların, yemek isimlerinin kaybolması gibi konular ve bundan duyulan rahatsızlık yer almaktadır. Seneler isimli yapıtta da yer alan bu unutma, anımsayamama endişesi, gündelik hayatın akışını olabildiğince saydam bir şekilde, olduğu gibi anlatıp yazıyla ölümsüzleştirme çabası, Gürpınar’ın Okul Arkadaşım adlı yapıtındaki yaklaşımına benzemektedir. Neredeyse aynı yıllarda farklı kültür ve coğrafyalarda doğmuş (Ernaux- 1940, Gürpınar- 1941) bu iki kadın yazarın kolektif olanı korumaya alma noktasındaki tavrı benzerdir.