Cilt 4, Sayı 3, Makale Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 7 / 7
  • Öğe
    Paroksetin Kullanımına Bağlı Üriner İnkontinans: Bir Olgu Sunumu
    (Aksaray Üniversitesi, 2024) Egeli, Aslı; Örüm, Mehmet Hamdi
    Panik bozukluğu, yaygın anksiyete bozukluğu ve majör depresif bozukluk gibi psikiyatrik bozuklukların tedavisinde kullanılan paroksetin üriner inkontinansa yol açabilir. Bu yazıda, paroksetin kullanımıyla ilişkilendirilen bir üriner inkontinans olgusu ele alındı. Panik bozukluğu tanısıyla paroksetin 20 mg/gün başlanan 66 yaşındaki kadın hastada tedavinin 8’nci gününde üriner inkontinans ortaya çıktı. Öyküden yola çıkılarak mevcut yan etki paroksetin kullanımı ile ilişkilendirildi ve ilaç kesildi. Paroksetin kesilmesini takiben yirmi dört saat içinde üriner inkontinans ortadan kalktı. Hastanın panik bozukluğu ile ilişkili tedavisi tamamlandı. Takiplerinde üriner inkontinans gözlenmedi. Sonuç olarak, paroksetin kullanımına bağlı olarak üriner inkontinans görülebileceği unutulmamalıdır.
  • Öğe
    Bilateral Primer Meme Anjiyosarkomlu Olguda Multiple Soliter Subkutan Doku Metastazı ile Rekürrens
    (Aksaray Üniversitesi, 2024) Soylu, Lütfi
    Memenin primer anjiyosarkomu oldukça nadirdir. Radyolojik bulgular primer anjiyosarkomlu olguların üçte birinde tamamen normaldir. Erken gelişen lokal nüks ve metastaz nedeniyle prognozu genellikle kötüdür. Tedavide başlıca yaklaşım cerrahi olmasına rağmen tümörün agresif seyri nedeniyle cerrahi girişim bazen yetersiz kalabilmektedir. Adjuvan veya neoadjuvan olarak uygulanacak kemoterapi ve radyoterapinin ise tedavideki etkinliği halen net değildir. Bu yazıda bilateral primer meme angiosarkomu olan ve multipl ciltaltı metastaz ile nüks eden olgu sunulmaktadır.
  • Öğe
    The growing problem: Antimicrobial resistance
    (Aksaray Üniversitesi, 2024) Arslan, Erdem
    Antimikrobiyaller, daha önce ölümcül ve bulaşıcı olduğu bilinen enfeksiyonların hızlı ve etkili bir şekilde tedavi edilmesini sağlayarak modern tıpta devrim yaratan ilaçlardır. Antimikrobiyaller sayesinde günümüzde insan ömrü 20. yüzyılın başlarına göre yaklaşık 30 yıl daha uzundur. Ancak dünya nüfusundaki artış, en yeni ilaçlara ulaşma isteği, antimikrobiyallerin dikkatsiz ve gereksiz kullanımı sonucunda 1945 yılından beri bilinen antimikrobiyal direnç sorunu 2000'li yılların başından itibaren önemli küresel halk sağlığı sorunlarından biri haline gelmiştir. Antimikrobiyal direnç, bakterilerin antimikrobiyal ajanların bakterisidal veya bakteriyostatik etkilerine karşı koyabilme yeteneği olarak tanımlanmaktadır. Antimikrobiyal dirençli patojenlerin artan prevalansı, kullanımdaki antimikrobiyallerin etkinliğini kaybetmesine neden olarak enfeksiyon tedavisinin başarısını azaltmaktadır. Antimikrobiyal direnç, hastanede yatış süresini, sağlık hizmetleri için harcanan iş gücünü ve enfeksiyonların mortalite ve morbiditesini artıran küresel bir sağlık sorunudur. Buna ek olarak, birçok ilaç üreticisi 1980'lerde ve sonrasında antimikrobiyal araştırma ve geliştirme çalışmalarını, yatırım getirisinin yetersiz olması nedeniyle tamamen sonlandırmıştır. Bu durum bir yandan dirençli patojenlerin yaygınlığını artırmakta, halen kullanılmakta olan antimikrobiyallerin etkinliğini azaltmakta ve klinik kullanımdan kaldırılmasına neden olmaktadır. Diğer yandan, klinik kullanıma yeni antimikrobiyallerin sunulmamasına neden olmaktadır. Etkili antimikrobiyal kemoterapi sağlamak ve direnci önlemek amacıyla DSÖ ve EMA, direncin belirlenmesi, izlenmesi ve antimikrobiyal direnç konusunda farkındalığın artırılarak önlem alınmasını içeren eylem planları hazırlamıştır.
  • Öğe
    Tip 2 Diabetes Mellitusta Ketojenik Diyetin Etkileri
    (Aksaray Üniversitesi, 2024) Göktaş, Fadime; Tekin Karacaer, Neslihan
    Tip 2 DM hastaları için hazırlanmış iyi bir beslenme planı kan glikoz seviyelerini normal düzeylerde tutmaları için önemlidir. Diyabet hastaları için önerilen ketojenik diyet (KD), son yıllarda popüler olan, yüksek oranda yağ, düşük karbonhidrat ve orta düzeyde protein içeren ve bilimsel temelleri olan bir diyettir. Diyabetin etiyolojisinde yer alan sağlıksız beslenme ve obezite sorunu göz önüne alındığında KD’nin diyabet hastalarında kullanılabilirliği araştırmacıların merakını uyandırmıştır. Açlığın fizyolojik durumunu taklit eden KD ile vücutta yeterli karbonhidrat bulunmadığı için diyetle alınan yağlar veya depo yağlar, önce yağ asitlerine ve ardından keton cisimlerine dönüşerek beslenme ketozisi oluşturulur. Keton cisimleri beyin de dahil olmak üzere vücutta enerji kaynağı olarak kullanılır. Böylece kan glikoz düzeyi ve insülin salınımı kontrol altına alınabilir. Keton cisimlerinin enerji kaynağı olarak kullanılmasının yanı sıra, sinyal molekülü özellikleri ile vücutta birçok işleve sahiptir. KD modelinin kilit yönü, karbonhidratların 50 gr/günlük’den daha az alımının sağlanması ve hastaları nutrisyonel ketoziste tutmaktır. Günümüzde KD’nin diyabet hastalarında kilo verme, glikoz ve lipid metabolizması üzerinde olumlu etkilerinin olduğu gösterilmiştir. Diğer taraftan diyabette ketozisin hastalar için güvenli olup olmadı noktasında fikir ayrılıkları bulunmaktadır. Bu derleme çalışmanın amacı KD’nin Tip 2 DM’ patogenezinde ve yönetiminde olası rolünü ve etkilerini araştırmaktır.
  • Öğe
    Bir Tıp Fakültesi Hastanesinin Uluslararası Sağlık Turizmi Biriminin Verilerinin İncelenmesi
    (Aksaray Üniversitesi, 2024) Küçükkendirci, Hasan; Yücel, Mehtap; Durduran, Yasemin; Okka, Berrin; Dilek, Sema
    Amaç: Bu çalışma, bir üniversite hastanesinin Uluslararası Sağlık Turizmi Birimi’ne bildirilen vakaların retrospektif olarak taranmasını ve tanımlayıcı özelliklerinin incelenmesini amaçlamaktadır. Materyal ve Metot: Tanımlayıcı türde tasarlanan bu araştırmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Uluslararası Sağlık Turizmi Birimi’ne 1 Ocak 2010-31 Aralık 2022 tarihleri arasında gerçekleşen 895 dosya dâhil edilmiştir. Çalışmada 10 soruluk veri toplama formu kullanılmıştır. Toplanan veriler IBM SPSS Statistics, versiyon 27.0 (IBM Corp, Armonk,N.Y., USA) paket programı ile analiz edilmiştir. Bulgular: Uluslararası sağlık turizmi birimine en fazla başvurunun %31,7 ile 2022 yılında yapıldığı saptandı. Aylara göre değerlendirildiğinde ise en fazla başvuru %14,3 ile Ağustos ayıydı. Hastaların %0,3’ü sağlık turizmi, %99,7’si turist sağlığı kapsamında yapılan başvuruydu. Başvuranların %16,6’sı Afganistan, %10,6’sı Irak, %8,7’si Azerbaycan, %7,9’u Almanya’da ikamet ediyordu. 2010- 2022 yılları arasında başvuran 895 hastanın en fazla başvuruda bulunduğu ilk üç bölüm sırasıyla %24,4 ile çocuk sağlığı ve hastalıkları, %11,8 ile iç hastalıkları, %9,2 ile acil tıp idi. Sonuç: Bu çalışma ile hastaneye başvuran turist sayısının yıllar içinde özellikle yaz aylarında artış gösterdiği, sağlık turizmi amacı ile başvuran hasta sayısının oldukça düşük olduğu ortaya konmuştur. Başvuruların en fazla Afganistan, Irak, Azerbaycan ve Almanya’dan gelen turistler tarafından yapıldığı ve en fazla dâhili bilimlere başvuruların olduğu tespit edilmiştir.
  • Öğe
    Two years of experience related to pityriasis rosea patients from Turkey: Where to place allergy topics in the pathogenesis?
    (Aksaray Üniversitesi, 2024) Acar, Emine Müge; Kemeriz, Funda; Ordu, Melike
    d autoimmunity are suspected to play a role in the etiopathogenesis. The study was designed to evaluate the demographic and clinical characteristics and underlying etiologic factors associated with PR. It was also aimed to evaluate the relationship between PR and history of atopy and allergen exposure. Materials and Methods: Materials and Methods: The study included 170 patients diagnosed with PR between 2018 and 2020. Age and gender-matched 170 healthy participants participated in the study. Comorbidities, occupations, etiological factors, atopy history and the histopathological features of the biopsy specimens of the patients were also recorded. Results: Results: The mean age of the patients was 27.8±1.04, the mean disease duration was 29.3±5.24 days. Stress was the most common triggering factor (44.1%) followed by infections (33.5%). Twenty-six patients (15.2%) had gardening history that brought them in contact with plants. The number of cases describing stress was significantly higher than control group (p<0.001) . 28 patients (16.4%) had a history of atopy. Between the groups, atopy frequency was not statistically significantly different (p=0.765). Nonetheless, atopy frequency was significantly higher in patients who had PR recurrence than the patients without recurrence (p=0.002). Relatively higher numbers of eosinophils were seen in the histology of the patients describing a history of plant contact (p<0.001). Conclusion: Although PR was found most frequently associated with stress and upper respiratory tract infections in this study, it should be considered that allergen exposure may be a crucial triggering factor in patients with PR who have chronic progression and recurrence.
  • Öğe
    Akromegali hastalarında Kolon Polip İnsidansı ve Poliplerin klinik özelliklerle ilişkisi
    (Aksaray Üniversitesi, 2024) Şahin, Ayşegül; Kişioğlu, Savaş Volkan; Kanburoğlu Meletli, Özlem; Özgür, Orhan
    Amaç: Akromegalilerde kolon polip insidansının saptanması ve kolon polipi olan ve olmayan hastaların demografik özelliklerinin, endokrinolojik ve klinik parametrelerinin karşılaştırılması amaçlandı. Materyal ve Metot: KTÜ Tıp Fakültesinde, 70 Akromegali hastası, retrospektif olarak kolonoskopik bulgularına göre incelendi. Bulgular: 70 Akromegali olgusunun 18’inde (%25,7) kolonda polip saptandı. Kolon polipleri ile sigara, hemoglobin, MCV ve bazal IGF-1 düzeyi arasında anlamlı bir ilişki saptandı. Bazal IGF-1 düzeyi, kolon polipi olan Akromegali hastalarında daha düşük bulundu (p= 0,045). Sonuç: Akromegali hastalarında kolonik polip insidansı %25,7 olarak saptandı, normal popülasyona göre artmış olduğu gözlendi.